23 June 2005

Postacının Oğlu ( Öykü ) / M. Hakkı Yazıcı




Postacının Oğlu


Bu türden törenleri hiç sevmezdi. Zaten kim severdi ki, ama başına gelmişti işte. Eski bir posta dağıtıcısı olan babası aniden ölmüş, bütün defin işlemlerini en büyük oğlu olarak üstlenmek zorunda kalmıştı. Koca bir gün boyunca morgtan belediyeye, camiye, oradan mezarlığa koşuşturup durmuştu. Neyseki her işin bir meraklısı, bir bileni oluyordu. Babasının eski arkadaşlarından biri yanına yine emekli postacılardan birini alıp, gittiği her yere yanında gelip yardımcı olmuştu. Aman yarabbi, ne bilinmedik karmaşık bir düzeni vardı bu işlerin… Tek başına olsa hiçbirini beceremezdi. Bu posta dağıtıcıları da ne kadar birbirlerini bağlı olurlarmış meğerse…

Sevgili babacığının artık bu dünyadan ebediyen ayrıldığına ölü bedeni mezara konulana kadar inanmak istememişti. Sanki uykusundaymış da gözlerini aralayıp “Çok susadım yavrum, bir bardak soğuk su verebilir misin?” diyecek. O da koşturup bir sürahi dolusu su ve bardakla yanına ilişecek, babası kana kana iki bardak suyu içtikten sonra şevkatle gözlerinin içine bakacak ve her zamanki gibi “Sağol yavrum, su gibi aziz ol” diyecekti.


Ne kadar çok severdi babasını, babası da onu ve diğer çocuklarını. Onların en ufak hastalıklarında bile perişan olurdu adamcağız. Üzülmelerini hiç istemezdi. Tek lüksü su istemekti. Suyu çocuklarının elinden alırken bir tür sevgi köprüsü oluşturuyordu onlarla arasında. Aslında bir bardak suyu bile sıkılarak isterdi çocuklarından.


Hazin bir cenaze töreniydi. Kazılmış mezarın içine indi, babasının kefene sarılı cesedini tabuttan çıkardıklarında artık kaçınılmaz sonu kabullendi. Kefenin üzerinden cansız bedenine sarıldı, öptü.


“Elveda babacık.”


***


Ertesi sabah önce kuşlar uyandı. Yağmurlu bir gündü. Bütün gün pencerede oturup yağmur damlalarının sesini dinledi.Düşüncelere daldı. Sanki yağmur damlaları ile sohbet ediyordu. Babacığını kaybetmişti. Niyeyse babası yıllarca çalıştığı, emek verdiği mesleğini aniden bırakmıştı. Hiç konuşmamış, anlatmamıştı sebebini. Zaten olan biteni anlayamayacak kadar küçük bir yaştaydı. Bir şeylere kızmıştı, belki. İnsanın emekliliğini beklemeden işini bırakıp, işsizliği, parasızlığı göze alması için tepesini attıracak önemli nedenleri olmalıydı. Daha sonraları bir arkadaşıyla büfecilik yapmıştı. Badanacılık, dolmuş şoförlüğü yapmıştı, daha bir çok işe girmiş çıkmıştı ama ne iş yaptığını sorduklarında hep “Eski posta müvezzisiyim” derdi.


***


İnsanın bir yakını ölünce eşyalarını toparlamak da yine en yakınlarına düşüyordu. Annesiyle birlikte babasının eski eşyalarını ayıkladılar. Ne kadar da çok pılı pırtı birikmişti. Pek çoğunu atmak gerekiyordu. Eski elbiseleri mahallenin yoksullarına verdiler. Anı değeri olanları bir kenara ayırdılar.


Yatak odasındaki divanın altından, senelerdir orada duran eski bir deri çantayı tozların arasından çıkardı. Bu babasının posta dağıtıcısıyken kullandığı çanta idi. Ayrılırken geri teslim etmemişti demek ki. Yıllarca çalıştıktan sonra babasının aniden mesleği bırakmasının nedenini annesine de sordu. O da bir şey bilmiyordu. Çekiştirerek çıkardığı çantayı açtı. İçi mektup doluydu. Sahiplerine ulaştırılamamış mektuplar. Kimbilir içlerinde neler vardı. Acı haberler, mutlu haberler içeren mektuplar…Hal hatır soran gönül alma mektupları. Belki de önemli sırlar taşıyan, ancak muhatabına ulaşamayıp sır kalan konuları içeren mektuplar…


Çantanın içindeki mektupları açmadan zarflarını gözden geçirdi. Bir ara şeytana uyup bir ikisini açmayı düşündüyse de vazgeçti, zarfları açmadı. Bu mektuplar ancak sahipleri tarafından açılmalıydı. Mektuplar biraz tozlanmıştı ama çok yıpranmamışlardı. Zarfların üzerindeki pullar oldum olası ilgisini çekerdi. Eskiden mektup almak ne kadar önemli bir şeydi. Herkesin evinde telefon yoktu. Olsa bile hatlar yeterli değildi. Şehirlerarası telefonları santrala yazdırmak, saatlerce sıra beklemek gerekiyordu, bir iki dakika konuşabilmek için. Ne faks, ne de internet biliniyordu. İnsanların uzaklardaki sevdikleriyle, yakınlarıyla haberleşebilmek için mektup en önemli araçtı. Mahallede postacının yolu gözlenirdi. Merakla “postacı amca bize mektup var mı?” diye sorulurdu. Varsa alınıp, sevinçle eve koşturulup mektup açılır, uzaktaki amcadan, teyzeden, askerdeki ağabeyden gelen mektup defalarca okunurdu. Oysa şimdi öyle miydi? Okulda söyledikleri “Bak postacı geliyor, selam veriyor,/ Herkes ona bakıyor merak ediyor.” Şarkısının bugün için anlamı neydi?


***


Aslında babasıyla meslektaş sayılırdı. Bir süre bir kurye firmasında çalışmıştı.

“Motorlu kurye aranıyor!” diye bir ilan okumuştu, gazetede. Mahalleden Yunus Ağabey’in toplayıp, adeta yeniden imal ettiği bir Harley-Davidson’u vardı. Ondan rica etmişti. İyi adamdı, Yunus Ağabey. Özenmiş, gıcır gıcır yapmıştı, eski motoru. Kendisinden çok aksesuarlarına masraf etmişti. Çok nazlanmadan vermişti, motorunu. “Yalnız dikkatli kullan, kaza yapma.” Diye tembihlemişti.

İşe kabul edildiğinde çok sevinmişti. Sabahın erken saatlerinde işe çıkıyordu. Motora bindiğinde birden havası değişiyordu. Yeleleri rüzgarda savrulan bir ata binmiş süvari gibi hissediyordu, kendisini. Şirketin verdiği telsizle yönlendiriliyordu. Verilen adrese gidip gönderiyi teslim aldıktan sonra, kaskını takıp motora atlayıp yola koyulduğunda yüzünü yalayan esintiyle adeta sarhoş oluyordu. “Yollar, sokaklar, güzelim caddeler ben geliyorum!”diye haykırmak geçiyordu, içinden.


En sevmediği yağmurlu, çamurlu günlerdi. Yanından geçen araçların sıçrattıkları su birikintileri, zifos, giydiği tulumu, postallarını ve hatta kaskını çamur içinde bırakıyordu. Bazı araç sürücüleri kasten keyiflendiklerinden yapıyorlardı, bunu.

Bir gün kahvede, çamur içindeki giysileri ile otururken, arkadaşları onun bu haliyle dalga geçince, kızmış :

“Benim üstümdeki pislik mübarek topraktan, siz asıl hayatın içindeki kirliliklerden sakının.” demişti. Sonra da söylediği şeylerin özlü söz olduğuna inanmış, böbürlenmişti, “Vay be ne biçim laf ettim!” diye.


Trafik tıkanıklığı, gencecik yaşında damar tıkanıklığı kadar uzak bir sorundu onun için. Trafikte yumak olmuş araçların arasından geçip, dikiz aynasından geriye bakıp yola devam ettiğinde arkasından bakan bunalmış araç sürücülerinin kıskançlıktan çatladığını hissedip, keyifleniyordu.


Başlangıçta her şey çok güzeldi. Annesi, babası huzura ermişlerdi. Oğulları iyi kötü bir iş bulmuş, kahvehane köşelerinden kurtulmuştu. İş dönüşü Harley-Davidsonun üzerinde mahalleye girişi çok fiyakalıydı. Evlerin pencerelerinden, perdelerin arkasından komşu kızlarının hayranlıkla ona baktıklarını farkediyordu.


Kaç ay yapmıştı, bu işi? Cebindeki paranın hesabını yaptığında boğaz tokluğuna çalıştığını anladı. Aldığı paranın çoğu motorun benzinine, tamirine gidiyordu. Şirketin müdürünün odasına gidip, topuk vurup selam verdikten sonra durumu anlattığında adamın cevabı çok kısa ve net oldu : “İşine gelirse...” Adam haklıydı, bu işi yapmaya can atan binlerce, kendi gibi işsiz genç olduktan sonra...


O da babası gibi aniden işi bırakıp, motoru Yunus ağabeye geri teslim etmişti.


***


Epeydir işsizdi. Babasının çantasından çıkan, sahiplerine ulaştırılmamış mektupları iletmeye karar verdi. Hem iyilik yapmış, hem de kendini oyalamış olurdu. İçlerinden seçtiği birkaç tanesini sahiplerine ulaştırmak üzere bir sabah erkenden sokağa çıktı.


Sora sora mektuplardan birinin üzerinde yazılı adresi buldu. Aradığı adres Fatih’teydi. Ördek Kasap Mahallesi Karakoyunlu Sokak…İstanbul’un eski sokaklarından biri. Her şey değişmişti. Bir çok sokağın ismi bile aynı değildi. Evler yıkılmış yerlerine yeni binalar yapılmıştı. Ancak gene de şanslıydı. Mektup alıcısı kadını tanıyan birilerini bulmuştu. Onu kadının oğlunun çalıştığı dükkana götürdüler. Kendisinden bir kaç yaş küçük genç bir delikanlıydı. Şaşırmıştı. Annesi öleli çok olmuştu. Duygulandı. İki sokak ötede evleri vardı. Babalarıyla beraber oturuyorlardı.


Delikanlı dükkanı komşuya emanet etti, beraber çıktılar. Yürüyerek oturdukları yeni eve gittiler.


Postacının oğlunu buyur ettiler. Çıtır çıtır ses çıkararak yanan bir odun sobasının yanında oturan yaşlı babasının yanında yer gösterdiler. Çay ikram ettiler. Adamın kızı, damadı ve torunları, hepsi sobanın etrafına toplanmışlardı.


Yaşlı adam ne kadar da babasını andırıyordu. Çakısı ile çenttiği kestaneleri yanına oturduğu kızgın sobanın üzerine diziyordu. Kızaran kestaneleri üfleye üfleye soğutup, eliyle soyuyor, sonra da torunlarına veriyordu. Bir kaç tane de postacının oğluna ikram etti.


“Maşallah torunlar çok sevimli. Kaç çocuk, kaç torun var amca?”


“Bir kızım, bir oğlum var. Kız evli. İki de torunum var ondan.”


“Torunlar daha çok seviliyor değil mi?”


“Eh öyle...Çocuklarımı çok severim. Hayırlıdırlar.” Eğilip, elini ağzına siper edip, alçak sesle diğerlerinden duyurmadan, “Laf aramızda en çok benim oğlanı severim, seni getiren. Bambaşka bir çocuktur. Birbirimize çok düşkünüz.”


Postacının oğlunun aklına bir kaç gün önce yitirdiği babası geldi. Gözleri buğulandı. “Duygularını anlarım, amcacığım.” dercesine başını salladı.


“ Bu iki katlı evde hep birlikte yaşayıp gidiyoruz işte. Anaları da çok iyi bir kadındı. Çok genç yaşta kaybettik garibimi.”


“Allah rahmet eylesin.”


“Zor oldu...Çocukları tek başıma yetiştirmek, bu hale getirmek...Ama onlar olmasaydı hayat daha zor olurdu. Beni de çocuklarım büyüttü.”



İhtiyar adam zarfı açıp, mırıldanarak okumaya başladı. Taktığı gözlüklerine rağmen kağıdı burnunun dibine sokmuş, heceleyerek okuyordu. Mırıltıların arasından ne dediği anlaşılmıyordu. Sobanın etrafında halka olmuş herkes merakla onu izliyordu. Sonlara doğru yer yer duralayıp, kağıdı indirip yanan sobaya gözlerini dikip dalıyordu. Oğlu, harıl harıl yanan odun sobasının içi geçmeden yeni ağaç parçaları atarak ateşi canlandırıyordu. Adamın tavrından mektuptan oldukça etkilendiği belli oluyordu. Bu hali onu izleyen oğlunu, postacının oğlunu ve diğerlerini iyice meraklandırıyordu.


Mektubu baştan sona okuduktan sonra içinden bir kez daha okudu. Arada gene mırıldanıyor, ara sıra duraklıyor, gözleri dalıyordu. Mektup ölen karısına başka bir adam tarafından yazılmıştı.:


“ Biriciğim,


Seni çok özledim. Senden ayrı olmaya dayanamıyorum....Karnında aşkımızın meyvası, çocuğumuzu taşıyorsun. Biz birbirimize aitiz. Kocan olacak o adamı terket. Birlikte kaçalım. Çocuğumuzu kuracağımız yeni yuvamızda büyütelim...Seni çok, ama çok seviyorum. Lütfen beni daha fazla bekletme...”


Mektubun önemli kısmı bu cümlelerdi. Zaten çok uzun bir mektup da değildi.


Neden sonra mektubu okumayı bitirip, gözlüklerini indirdi. Bir süre sessiz kaldı. Herkes merak etmişti. Oğlu sessizliği bozarak sordu. Yaşlı adam, “Yok bir şey oğlum, uzak akrabalardan biri göndermiş, hal hatır soruyor.” diyerek, mektubu yırtıp yanan sobanın içine attı.


Adamcağız seneler sonra, bu geç ulaşan mektup aracılığıyla ölen karısının doğurduğu çocuğun kendisinden değil, o zamana kadar kimsenin bilmediği sevgilisinden olduğunu öğrenmişti. Ancak artık bunun onun için bir önemi yoktu. Bu sırrı sobada yanan mektupla birlikte yok etmişti. Delikanlı onun oğluydu ve onu çok ama çok seviyordu. Hem de diğer çocuğundan, öz kızından daha fazla seviyordu.


Adam, postacının oğluna döndü. “ Senin işin gücün yok mu?” diye terslendi.


İlk geldiği anda gördüğü misafirperverlikle bu tavır arasındaki farka şaşırdı. Afallamış bir şekilde bir süre oturdu. Sonra izin istedi ve çıktı.


Halbuki yaşlı adamı kendi babasına benzetmiş, ısınmıştı. Çocukları da ne kadar sıcakkanlı, iyi insanlardı.Şimdi ne olmuştu da adamın tavrı birde böyle değişmişti. “Ne kadar tuhaf insanlar” diye düşündü. İnsanlara iyilik de yaramıyordu.

No comments: