Başına
neler gelmişti öyle? Hatırlamıyordu bile. Kalkmak istiyordu; ama uzuvları
beyninin sözünü dinlemiyordu. Öylece, külçe gibi yatağında yatıyordu.
Gözleriyle
bütün odayı taradı. Evin içinde bir olağandışılık yoktu. Köydeki kadınlara
yaptırdığı işlemeli perdelerin arasından odaya güneş ışıkları sızıyordu: Sabah
olmuştu; bütün diğer sabahlara benzeyen bir sabah... Başucundaki komodinin
üzerine koyduğu küçük akvaryumun içindeki kırmızı balığı sanki sabah
gezintisini yapar gibi yüzüyordu. Bir ara göz göze geldikleri ve balığının
“Günaydın” dediği hissine kapıldı. Kapının aralığından, oturma odasının karşı
duvarında asılı guguklu saati görebiliyordu. Sabahın dokuzbuçuğunu gösteriyordu.
Babaannesinin saatiydi bu, ölümünden sonra halası bir anı olsun diye ona
vermişti. Ne kadar da çok severdi bu saati kadıncağız. Her saat başında saatin
içinden çıkan kuş öterdi.
İçerideki
odadan konuşmalar duyuyordu. Sesler tanıdıktı. Konuşanlardan biri karısıydı.
Otuz senelik karısı, Esra. Neredeyse bir iki telefon görüşmesinin dışında bir
yıldır hiç görüşmemişlerdi. Aslında ikisi de hiç gereksinim duymamışlardı,
herhalde. En son telefon görüşmelerinin konusu ne kadar saçmaydı. Çok önemli
bir şey konuşacak sanmıştı.:
“Hayatım
ben oturma odası takımını değiştirmeyi düşünüyorum. Eskisi çok demode oldu.
Epey de yıprandı.”
Ne
kadar da önemli ve onu ilgilendiren bir konuydu ?!
“Nasıl
uygun görürsen, canım.”
Konuşmanın
tamamı bu kapsamdaydı.
Esra
İstanbul’da oturuyordu. Resmen evli olan iki kişinin böyle ayrı hayatlar
sürdürmesi olağan bir şey miydi ? Bunları düşünüp, irdelemek bile onu
yoruyordu.
***
Barda
tanıştığı o güzel kızın sorduğu şey geldi, aklına :
“Evli
misiniz?”
Böyle
bir soruya hazırlıklı değildi. Oysa sık sorulan bir soruydu. İnsanlar neden
karşısındakinin medeni durumunu merak ederdi ki? Herhalde konuştuğu insanı
sınıflandırmak için. Bir de “Nerelisiniz hemşehrim?” diye sorarlar. Hem
hemşehrim deyip, hem de nerelisin diye sormak çok saçmaydı. Bu soruyu “Madem
senin hemşehrinim sen nereliysen oralıyım. Ne diye soruyorsun?” diye yanıtlamak
gerekirdi.
Barda
yan yana oturuyorlardı. Akşam sekiz miydi neydi, bara geldiğinde? Henüz
kimsecikler yoktu. Bir kadeh rakı ile çerez istemişti. Sonra bir kadeh daha.
Yavaş yavaş gelenler olmuştu. Selamlaşanlar, geçerken arkasını sıvazlayıp,
omuzuna vurup sevgi gösterisinde bulunanlar olmuştu. Bazıları da bir yanağından
öpüp halini hatırını sormuştu.
“N’aber,
keyifler iyi mi?”
“Bomba
gibiyim allaha şükür.”
Bomba
gibi miydi?! Bomba gibi olsa şimdi bu durumda mı olurdu? Adet yerini bulsun diye böyle cevaplar
vermişti. İnsanlar halinden şikayetçi olanları pek sevmiyordu. Bulaştıkları
insanların kendilerine ek dertler yükleyeceğinden korkup uzak duruyorlardı.
***
Karısı
konuşmaya devam ediyordu. Çok ve gereksiz konuşuyordu. Her zaman onu yormuştu.
Söylediklerini duymayıp, dinliyormuş gibi yapıp, onaylar gibi arada kafasını
sallamayı öğrenmişti. Ancak bir süre sonra bunu farketmiş ve çok kızmıştı.
“Kapat çeneni senin saçmalıklarını dinlemek zorunda mıyım?” demek daha uygundu,
sanki.
Gene
insanın içini kıyan saçma sapan konuşmalarından birini yapıyordu.
Evliliklerinin ilk beş senesinden sonraki yıllarda hiçbir zaman yarım saatten
uzun bir süre konuşamamışlardı. Peki niye sonlandırmamışlardı, evliliklerini?
Cevabı yine çok zordu. Gerekçe büyümekte olan oğulları mıydı ? Belki biraz. Ama
tam nedeni bu da değildi. Zira oğlu büyümüş ve yuvadan çoktan uçup gitmişti.
***
Kız
ne zaman gelip de yanına oturmuştu ve kaçıncı kadehini içiyordu farkında
değildi. Önce ateş istemişti. Bu tanışmak ve konuşmanın devamını getirmek için
yapılan çok eski ve sıradan bir numaraydı. Demek ki kendisini farketmiş ve
beğenmişti. Şimdi daha ilerisi için ayrıntıya girmek istiyordu. Evli miydi? Ne
kadar aptalca, içi boş bir soru. “Evlilik felsefesi ve beraberlikler üzerine
bir seminer konusu hazırlayabilirim”, diye düşündü. Kendisini nasıl
hissediyorsa öyleydi, işte. N’olucaktı? Kız kendisinden hoşlanmış ve birlikte
olmak istiyorsa ve o evliyse, kız da yuva yıkıcı durumunda olamayacak derecede
“vicdan”lıysa iş başlamadan bitecekti. Ama kendisinden hoşlanmış ve koşulsuz
beraber olmak istiyorsa o zaman neden bu aptalca soruyu sormuştu?
Evet
ya da hayır demek çok açıklayıcı gelmemişti. Ne söylese eksik olacaktı.
“Bazen...
Ara sıra.” diye yanıtlamıştı, bu soruyu. Kız da tuhaf tuhaf yüzüne bakmış.
“Nasıl oluyor öyle ?” diye şaşkınlığını belirtmişti.
Niye
öyle bir cevap vermişti. Ondan hoşlanmıştı. Sevgilisi olmasını istemişti.
Vereceği herhangi bir yanıtın kızı baştan kaybetmesine neden olacağından mı
korkmuştu, ne ?
O
sırada şair Necmi yanaşmıştı yanına, “Çok güzel, yeni bir şiir yazdım; dinlemek
ister misin?” demişti. “Sağol Necmi, sonra, şimdi vaktim yok,” diye
reddetmişti. Kızla muhabbetlerinin arasına girmesinden çekinmişti.
***
“Ah
şekerim, bu hale gelecek adam mıydı? Sen de biliyorsun ya, hayatım, kocam
aslanlar gibiydi. Sabah akşam soğuk suyla duş alır. Her sabah spor yapardı.
Kendisine çok iyi bakardı. Hele o inadı, boş gururu...”, diye konuşan Esra’nın
sesini duydu. Konuştuğu kimdi ?
Kapının
aralığından seçilebilecek bir açıya geldiğinde gördü.: Aile doktorları İbrahim.
Onu da çoktan beri görmemişti. İstanbul’a gittiği bir akşam Nevizade’de
meyhaneye gitmişlerdi, onun ısrarıyla. “Ne işin var senin Güney’de, bohem
takılacak yaşta mısın?” filan gibi abuk sabuk telkinlerde bulunmuştu.
***
Ne
zaman bardan çıkmışlardı, ne zaman eve gelmişlerdi ve hatta kimin evindeydiler?
Karanlık olduğu için ilkin çevresini seçememişti. Ama yanında çıplak uyuyan
bardaki kızdı.
“Tüh
ulan.” diye içinden hayıflandı.
İçince
hep böyle oluyordu. “Bilincim yerinde olsaydı da yaptığım işin keyfini
çıkarsaydım.” diye düşündü.
Kız
gözlerini araladı, gülümsedi; uzanıp dudaklarından öptü. Demek ki gece iyi bir
şeyler olmuştu. Sonra arkasını dönüp uyumaya devam etti.
***
Oğulları liseden sonra Amerika’ya gitmiş, finans
okumuş, okulda iken tanıştığı bir zenci kız ile evlenmişti.
Evlendiklerini
üç ay sonra telefonla bildirmişti, annesine. Esra telefonda hüngür hüngür
ağlamış, saatlerce sakinleşememişti. Çok geçmeden bir zenci erkek çocukları
olmuştu. Irkçı değildi gerçi, ama bütün bu olanlar ona ilginç geliyordu.
Karısının ise bunlara alışması mümkün değildi. Günlerce adeta yas tutmuştu. Sonunda
dayanamayıp, uçağa atlayıp Amerika’ya gitmişti. Gittikten sonra telefonla
aradığında psikolojisi çok farklıydı. Ağzından bal akıyordu. Bir kere gelin çok
sevimli, tatlı bir kızcağızdı. Dahası müslümandı. Ve çocuğun ismini Ali
koymuşlardı, ona jest olsun diye. Ali, rahmetli babasının ismiydi. Telefonda
dakikalarca torunun agularını dinlettiler. Bir kaç gün sonra da postadan zenci
torununun fotoğrafları çıktı. Şirin bir zenci torunu olmuştu.
Fotoğraflara
bakarken babaannesi aklına gelmiş, gülme krizi
tutmuştu. Esmerleri hiç sevmezdi. Akça pakça bir Osmanlı kadınıydı.
İnadına bütün gelinleri esmerdi. Şimdi de torunundan zenci bir gelini ve küçük
torunu olmuştu.
***
Üzerlerinde
incecik bir pike vardı. Yan yana yatıyorlardı. Kız arkası dönük uyuyordu.
Pikeyi ucundan kaldırıp baktı. Çırılçıplaktı. Pürüzsüz, güzel bir cildi vardı.
Çok dengeli yanmıştı. Bikinisinin vücudunun alt tarafını örten kısmı
bembeyazdı. Üst tarafı ise yanmıştı. Demek ki üstsüz güneşlenmişti. Herhalde
epey bir süredir buralardaydı. Nasıl olmuştu da farketmemişti. Arkasından
yanaşarak beline sarıldı. Kız uyanarak gözlerini açtı. Gülümseyerek döndü ve o
da sarıldı.
***
“Nedir
rahatsızlığı İbrahim’ciğim ?”
Yan
odada durumu hakkında konuşuyorlardı. Kapının aralığından biraz da olsa
görebiliyordu. Ona ne olmuştu gerçekten? Sabah kalktığında böyle bulmuştu
kendisini. Hiçbir uzvunu oynatamıyor ve konuşamıyordu. Onu bu halde Kemal
bulmuştu. Bahçeye dikmek için ısmarladığı fidanı getirmişti. Kapıyı açık
unutmuştu, herhalde. Kapıyı vurup cevap alamayınca içeri girmişti. Önce onu
uyuyor zannedip çekiştirmiş, uyanık olduğunu, ancak kıpırdayamadığını
farkedince eli ayağına dolaşmış, telefona koşturup, İstanbul’a karısına haber
vermişti. İyi dosttu, Kemal. Nebatattan anlıyordu. Bitkiler konusundaki her
şeyi ondan öğrenmişti. Bitkilerin de ruhu olduğuna inanıyordu. “Ben de şimdi
bitki gibi oldum.” diye düşündü. “Hareket edemiyorum. Konuşamıyorum. Ama ruhum
ayakta.”
“Bir
nevi felç.”diye cevap verdi, doktor İbrahim. “İyileşme olasılığı pek yok.
Bundan sonra böyle yaşamak durumunda. Buna ne kadar yaşamak denirse ve ne kadar
yaşanırsa, artık. Biz gene de tam teşekküllü bir hastaneye götürüp
kontrollarını yaptıralım.”
Esra,
ayakta içini çekerek hıçkırarak ağlamaya başlamıştı. Hayret üzülmüştü. Doktor
İbrahim sarılarak onu avutmaya çalıştı. Bir kağıt mendille gözündeki yaşları
sildi. Bir süre ayakta sarılarak durdular. Biraz sakinleşmişti, Esra. İbrahim’e
daha sıkı sarılarak, başını göğsüne yasladı. Bir süre de öyle durdular. Sonra
kafasını kaldırıp İbrahim’in yüzüne baktı. Dudaklarından hafifçe öptü. Sonra
uzun uzun öpüştüler.
“Vay
eşşoğlu eşekler, bunlar benim haberim yokken işi iyice ilerletmişler.”diye
düşündü.
Ne
bulmuştu ki karısı, kel kafalı, bodur,
şiş göbekli bu pis herifte? Ellerini
oynatabilse alnına götürüp boynuzlarım var mı, diye yoklayacaktı.
***
Erkenden
kalkmıştı. Daha yeni köyden peynir, zeytin almıştı. Ek bir şeyler daha alması
gerekiyordu. Üstüne alelacele bir şeyler giyip markete gitti.
Market
sahibi her zamanki laubali tavrıyla,“Günaydın babalık.” diye yılışık yılışık
sırıtarak selamladı. Kızdığını bildiği halde
“babalık” diye hitap etmekte ısrar ediyordu. O da artık aldırmıyordu.
Aldıklarını
sepete doldurdu.
“Abi
hayrola misafir mi var?” sordu, marketçi Aptullah.
Bir
keresinde terazide hile yaparken farketmiş göz göze gelmişlerdi. Farkettiğini
anlamış, ama pişkin pişkin sırıtmıştı. Yine aynı yılışıklık üzerindeydi.
Eve
döndüğünde enfes bir kahvaltı hazırladı. Kız da o arada kalkmış banyoda duş
alıyordu. Banyodan çıkıp dolaptan bulduğu plaj havlusuna sarınmış kapıda
göründüğünde bir kez daha şaşkın ve hayran baktı. “Ben dün geceyi bu güzel
mahlukla mı geçirdim ?” diye düşündü.
İsmini
sordu. Şermin’miş. İstanbul’da reklam sektöründe çalışıyormuş. Fransızca eğitim
veren liselerden birini bitirdikten
sonra Güzel Sanatlar Akademisi’den mezun olmuştu.
***
Asıl
en fazla içerlediği karısının onu bir televizyon uzaktan kumandası ile
aldatmasıydı. Daha henüz güneye yerleşmeye karar vermediği günlerdeydi.
Geceyarısı uyanmıştı. Ağzı kurumuştu. Bir bardak su içmek için mutfağa
yönelmişti. Karısı gene kanapede uzanmıştı. Ne tat alıyorsa kah uyuyup, kah
uyanarak, televizyonun karşısında, bütün saçma sapan magazin programlarını
seyrederken sabahı ederdi. Bu her, ama her gece böyleydi. Alışmıştı artık. Bu
sefer uyanıktı. Karanlıkta onu farketmemişti. Birden afalladı. Karısı eteğini
sıyırmış, külodunun arasından soktuğu uzaktan kumanda ile kendinden geçmiş
mastürbasyon yapıyordu. Bir uzaktan kumanda ile aldatılacağını hiç aklına
getirmezdi. Su içmekten vazgeçip odasına döndü.
***
Üç
gün dışarı çıkmamacasına birlikte olmuşlardı. Sadece markete kadar gidip,
yiyecek bir şeyler almak için sokağa çıkmıştı. Kız, yani Şermin, peynir düşkünü
idi. Beyaz peynirleri kalıp kalıp yutuyordu. Marketçi Aptullah, olağandışı bir
şeyler olduğunu sezdiğini belli etmek için saçma sapan konular açıp ağzından
laf almaya çalışıyordu.
“Babalık,
hayırdır, evde hamile misafirin var, galiba? Bu kadar çok peynir aldığına
göre... Protein, kalsiyum ihtiyacı için, falan yani...”
***
Doktor
İbrahim, bir araba bulup hastaneye götürmek için dışarı çıktı. Esra içerideki
kanapede uyukluyordu.
Bir
süre sonra geri geldi. Aptullah’la anlaşmışlardı. Marketçinin Anadol
kamyonetini kapının önüne yanaştırdılar. Arka kapağı açtılar. Marketçi Aptullah
omuzlarından, doktor İbrahim de ayaklarından tutup, zor bela kaldırdılar.
Esra
da dengeyi tutturmak için iki eliyle pantolon kemerinden asıldı. Onların bu
halini görünce içinden gülmek geldi. Esra, düşmemesi için pantolon kemerine
sıkı sıkıya asılmış, yukarıya çekiyordu. “Senelerden sonra ilk defa elleri
cinsel uzvuma bu kadar yaklaştı, kaltak karının.”diye düşündü, içinden.
Arasıra
omuzlarından tutup taşıyan marketçi Aptullah’la göz göze geliyorlardı. Yine o
bildik yılışık sırıtış vardı, yüzünde.
“Oh olsun, gördün mü bak, n’oldu o senin kibirli haline? Ne oldum değil, ne
olacağım demeli.” der gibi surat ifadesi vardı.
Kamyonetin
arkasına boylu boyunca yatırıp şehirdeki hastaneye götürdüler. Muayenesini
yaptılar. Tahlillerin sonuçları beklendi. Doktor İbrahim’le diğer doktorlar
ayakta uzun uzun konuşup tartıştılar. Tanı İbrahim’in söylediği gibiydi.
Doktorluğuna hiç itibar etmezdi, ama doğru teşhis koymuştu, herif.
Dönüş
yine aynı düzen de oldu. Sıcak havaya rağmen kamyonetin arkasında giderken
hafif bir esinti vardı. Zakkumların, günlük ağaçlarının arasından geçtiler. Çok
severdi zakkumları, günlük ağaçlarını. Buraların sembolüydü, bu bitkiler.
Kemal’le beraber az dikmemişlerdi, bahçeye. Bu yolu ve sevgili bitkilerini
belki de son kez görüyordu.
“Elveda
sevgili zakkumlar, elveda sevgili günlük ağaçları.” diye geçirdi içinden.
Birden
hava döndü, hafif bir yağmur başladı. Oysa biraz önce günlük güneşlik idi. Aptullah
arabayı sağa yanaştırıp indi. Arabanın arkasındaki eşyaları korumak için
kullandığı naylon örtüyü İbrahim’le beraber üstüne örttüler.
“Şimdi
ıslanmazsın, babalık.” diyerek sırıttı. “Kaldırın örtüyü, istemiyorum, ben
ıslanmaya razıyım. Zakkumları, günlük ağaçlarını görmek istiyorum.” diye
bağırmak istediyse de bu mümkün değildi.
Örtünün
altından da olsa bir şeyler görebiliyordu. Orman yollarında ağaçların arasından
geçiyorlardı. Yağmur damlaları örtünün üzerine düşerken tıp tıp sesler
çıkarıyordu. Birazdan yağmur dindi. Gökkuşağı göründü. Arabayı durdurup naylon
örtüyü üzerinden kaldırdılar. Toprağa düşen yağmurun kokusu, ciğerlerine dolan
serin temiz hava, gökyüzünü rengarenk boyayan gökkuşağı yaşadığının
belirtileriydi.
***
Kaç
kere birlikte olduklarını hatırlamıyordu, bile. Şermin, kısacık geceliği ile
evin içinde dolaşıyor, müzik dinliyor, yemek yiyor, elindeki Fransızca romanı
okuyor, sıcaktan bunaldıkça duş alıyor ve bol bol sevişiyordu. Sanki müthiş bir
açlığı vardı. Esra gibi orgazm taklidi yapmadığına da emindi. Artık ayırt
edebiliyordu.
Tam
iki sene sonra anlayabilmişti, Esra’nın aslında orgazm taklidi yaptığını. Ne
kadar büyük bir hayal kırıklığına uğramıştı. Günlerce şaşkın dolaşmış, kusurun
kendisinde olup olmadığını sorgulamıştı. Hayır olamazdı. O elinden gelen her
şeyi yapmıştı. O bakımdan sağlıklıydı. Şermin’le olan yaşadıkları bunun kanıtı
değil miydi?
***
Gürültülerle
uyandı. Yine başka bir sabaha gözlerini açmıştı. Durumunda bir değişiklik
yoktu.
Biraz
sonra gürültülerin nedenini anladı. Koşarak içeri giren bir zenci çocuk
“Grandpa.”diye haykırarak üstüne sıçradı. Bir yerine bir şey olacak diye
korktu, ama olmadı. Başka bir zaman olsa bir tarafı acırdı. Şimdiyse hiçbir şey
hissetmiyordu. Bu kerata meşhur torun olmalıydı. Kara kollarıyla sarılıp
yanaklarından öptü.
“Ahh
ahh!”diye hayıflandı. “Sağlıklı olsaydım ben de sana sarılır, mıncıklardım,
seni.”diye düşündü.
Arkasından
kapıdan oğlu girdi. Üzüntülü bir ifadeyle, “N’oldu sana babacık?” dedi.
“Babalık” yerine “babacık” denmesi daha mı iyiydi? Konuşabilseydi “Ananın şeyi”
diye cevap verirdi. Daha arkadan zenci gelini ve karısı girdi. Hepsi önünde
sıralandılar. Bu duruma ne kadar dayanabilecekti? Hareket edebilseydi dışarı
çıkar, akşama kadar deniz kıyısında dolaşır, eve gelmezdi.
“İbrahim
amca iyileşme olasılığı yok mu?”diye sordu, oğlu.
“Böyle
bir ihtimali aklınızdan silin ve bu duruma alışın.”dedi, İbrahim.
“N’olucak
şimdi?” diye annesine döndü.
“Yapacak
bir şey yok.”
“Bir
an önce çözüm bulalım. Ben hemen dönmek zorundayım. İşi gücü bırakıp geldim.”
İbrahim’e
dönerek “Uçak biletleri korkunç olmuş. Göçtüm.”dedi.
“Vallahi,
sen kısa bir süre sonra yeniden gelmeye hazırlıklı ol. Babanın ne kadar
yaşayacağı da belli değil.”
Yine
mi geleceğim der gibi yüzünü ekşitip, “Ufff.” dedi.
Ah
bir konuşabilseydi.“ Kasap et derdinde, koyun can derdinde. Şimdi gömün de
kurtulun, gidin pezevenkler.”diye düşündü içinden.
“İstanbul’da
bakamazsınız. Hem bir anlamı da yok oraya götürmenin. Burada bakıcı bir kadın
bulalım. Üç beş kuruş verirsiniz, o bakar.” dedi, İbrahim. “Marketin sahibine
soralım belki onun bir tanıdığı vardır.”
***
Aynı
gün içinde akşam üstüydü, herhalde. Komşu köyden bir kadın getirdiler. Adı
Zeliha idi. Marketçi Aptullah’ın uzaktan hısmıydı. İçeride uzun süre konuştular.
Kadın kendi gözleriyle durumu görmek için içeri girdi, başucunda uzun uzun
durup, hiçbir şey söylemeden acır gözlerle baktı. Üzüldüğü besbelliydi.
Karısından daha fazla üzülmüş olacağına emindi. Bir de kadın düşünceliydi.
Nasıl başa çıkabileceğini kestiremiyordu. Doktor İbrahim’in de gayretiyle ikna
ettiler.
Zaten
başka bir çaresi de yoktu. Kadının odada olmadığı bir sırada marketçi Aptullah,
kısık bir sesle Esra’ya doğru eğilip kadının iki çocuklu bir dul olduğunu,
hiçbir gelirinin olmadığını, çok muhtaç bir durumda olduğu için işi kabul
edeceğini söyleyip, anlarsınız ya dercesine göz kırptı. Kadının çocuklarına
annesi baktığı için geceleri de kalabilirdi.
***
Şermin’in
doğru dürüst vedalaşmadan aniden gidişi onu şaşırtmıştı. Sanki o birlikte yaşanan
günler güzel bir düştü. Bütün yaşadıklarının Şermin için sıradan bir ilişki
olduğunu şimdi anlıyordu. Aynanın üzerine iliştirilen özensiz ve alelacele
yazıldığı belli not kıza göre bir veda mektubuydu. O not da olmasa gittiğini bilemeyecekti. Fransızca romanını
sehpanın üzerinde unutmuştu. Belki de okuyup bitirmiş, ona bir anı olarak
bırakmıştı. Fransızca bilmiyordu ki, okuyamazdı.
***
“Tek
araba döneriz.” Dedi, İbrahim. “Sen benimle önde oturursun. Çocuklar da arkada
oturur. Fazla da bagajımız yok, nasılsa.”
Gidiyorlardı.
Çok bile kalmışlardı. Hepsi sırayla gelip yanaklarından öptüler. En son zenci
torunu sıkı sıkı, ayrılmak istemezcesine sarıldı. Defalarca yanaklarından öptü.
“Bu
kalsaydı bari“diye düşündü. Pek sevmişlerdi birbirlerini. Kan çekmişti,
herhalde. Sağlıklı olsaydı ne güzel oynarlardı. “Rahmetli babam da ne kadar
severdi, bizim oğlanı.” diye hüzünlendi.
Vedalaştıktan
sonra çıktılar. Dışarıda Esra’nın bakıcı kadına “Bak, kocamı sana emanet
ediyorum. Ona iyi bak.” dediğini duydu.
Daha
sonra duyduğu kapanan kapıların ve uzaklaşan arabanın motor sesiydi.
İşte
yeni bir tırnak içinde “yaşam” başlıyordu. “Bu da yaşanacakmış.” diye düşündü.
Önceleri hiç yaşlanmayacakmış, her şey aynı şekilde devam edecekmiş gibi
geliyordu, ona. Daha birkaç gün öncesinde değil miydi barda tanıştığı kızla
yaşadıkları?
***
Dalmıştı.
Uyumuş olmalıydı. Odanın içi loştu. Güneş batmış, akşam oluyordu. Hava
kararmaya başlamıştı. Güze giriyorlardı. Akşamlar artık daha erken düşüyordu.
İçerideki odadan alçak sesle konuşan iki kişinin fısıldaşmalarını duydu.
Kapının aralığından marketçi Aptullah’ın karaltısını farketti. Yan odadaki
sedirde Zeliha’ya yakın oturmuştu. Bir ara kadına sarılıp gerdanından öptü.
Zeliha Aptullah’ı ittirip uzaklaştırmak istedi. Gözü kaşıyla içeriyi işaret
etti. Aptullah sesini biraz yükselterek “S..tiret o herifi. Anlamaz.“dedi. “O
artık bitki. Hareket edemiyor. Konuşamıyor... Bir zararı olmaz.... Aldırma.”
Demek
artık bir bitkiydi. Tıpkı zakkumlar, günlük ağaçları gibi.
Aptullah,
hamle ederek Zeliha’nın göğüslerini öpmeye başladı. Kalçalarını iki eliyle
avuçlayarak kadının üzerine çıktı.
“Hayvan
herif.” diye geçirdi, içinden. Görmemek için gözlerini kapattı.
***
Gittiklerinin
ertesi gününün akşamıydı. Esra telefon etti. Telefonu Zeliha açtı. Zaten ondan
başka telefonu açabilecek kimse yoktu. Durumunu sormuş olmalı ki kadın ikide
bir “ İyi, iyi abla. Siz hiç merak etmeyin, bir problem yok.” diyordu.
Konuşmanın
sonuna doğru Zeliha, “Abla Aptullah’ın bir ricası var. Size lazım değilse
abinin bisikletini almak istiyor.”
“Hayır,
ulan, hayır! Bisikletimi o herife vermem.”diye haykırmak istedi. Ama bunu
yapabilmesi mümkün değildi.
Zeliha,
“Sağol abla.”dedi. Demek ki Esra, bisikleti Aptullah’ın almasına izin vermişti.
Ona ait olan her şeyi teker teker elinden alıyorlar, ancak o hiç bir şey
yapamıyordu. Bitkilerin, örneğin ağaçların meyvalarını da ağaçtan izinsiz,
arsızca koparıp almıyorlar mıydı? Onun gibi bir şeydi, işte. Bitki gibi
yaşamaya alışması gerekiyordu.
***
Köyden
bulunan kadının ilginç bir fizik yapısı vardı. Tombul, küt parmakları, kalın
bacakları, dolgun göğüsleri ve iri bir kalçası vardı. Ancak çözemediği garip
bir çekiciliği vardı. Dikkatli bakıldığında hoş bir kadındı.
“Bu
kadını allayıp pullayıp, dekolte bir elbise giydirip Bodrum barlarına salsan
bir sürü ağzı açık salağı peşinde koşturur.”diye düşündü.
Evin
içinde iş yaparken eğilip kalktıkça sıyrılan basma entarisinin altından tombul
baldırlarını, göğüs dekoltesinden iri memelerini görüyordu. Hastaydı,
kıpırdayamıyor, konuşamıyordu ya, o yüzden de onun zararsız bir erkek olduğunu
düşünüp rahat hareket ediyordu.
Sadece
yatarak geçirdiği bunalıp, sıkıntıdan patladığı o inanılmaz günlerde onu tek
oyalayan evin içinde dolaşan bakıcı kadındı ve başucundaki komodinin üzerindeki
akvaryumdaki balığı idi. Kadın onu yemek artıkları ile besliyordu. Zeliha evde
olmadığı, ya da evin içinde başka bir odada olduğu zamanlarda gözü kapının
aralığında öyle bakarak bekliyordu. İnce basma entarisinin altından belli olan
vücut hatları hayal dünyasını besleyen en önemli unsurdu. Yemeğini ağzına verip
yediriyor. Bedenini ıslak sabunlu bezlerle silerek temizliyordu. En garibine
giden de altını değiştirmesiydi. Küçük bir bebek gibi hissediyordu kendisini.
Utanıyor, sıkılıyordu ama yapacak bir şey yoktu. Bir keresinde (Aslında bu
kadının savsaklamasından kaynaklanmıştı.) tutamayıp altını pislettiğinde çok
kızmış “ Seni gidi, seni. Bir daha çişini kaçırırsan pipini yakarım.”demişti.
Gerçekten yapar mıydı? İçine bir korku girmişti.
***
Gene
gürültülerle uyandı. Evin içi insan doluydu. İçeride ağlaşmalar vardı. Yine ne
olmuştu? Hiç tanımadığı bir sürü insan dolmuştu, evin içine. Bir ara iki ufak
çocuk girdi odadan içeri. Biri kız, biri oğlan, çakır gözlü, sarı saçlı iki
çocuk. Baş ucuna kadar gelip ona uzun uzun baktılar? Küçük kız evde oyuncak
bebek olup olmadığını sordu. Oğlan da hangi takımı tuttuğunu. Cevap alamayınca da
ona aldırmadan odanın içinde kendi kendilerine oynamaya başladılar. Zeliha
odaya girip çocukların kollarından çekiştirerek dışarı çıkardı. “Amcayı
rahatsız etmeyin, bakim.”dedi.
Çocuklar
Zeliha’nın çocukları idi.
Neden
sonra içerideki konuşmalardan olan biteni anladı. Marketçi Aptullah arabasıyla
trafik kazası geçirmiş ve ölmüştü. “Yine de allah rahmet eylesin,” diye geçirdi
içinden. Milas yolunda kamyonla çarpışan Anadol kamyoneti paramparça olmuştu.
Araba yolun kenarındaki dere yatağına zakkumların arasına devrilmişti.
“Keçilere gün doğdu.”diye düşündü. Kaç Anadol araba kaportası aç keçilerin
karnını doyurmuştu, acaba?
Odanın
içi Zeliha’nın köyünden cenaze için gelen kadınlarla doldu. Meraklı gözlerle
onu süzdüler. Yaşlı bir kadın, “Vah, vah. Adamcağız pek de boylu poslu,
yakışıklı biriymiş. Yazık, allah yardımcısı olsun.” dedi.
“Off,
off...” diye söylendi. Bu kadar kısa süre içine ne kadar çok şey sığmıştı.
***
Olup
bitenlere alışmıştı. Artık birbirinin aynısı, sıkıcı, sıradan günler yaşıyordu.
Kendisini tek oyalayan akvaryumdaki kırmızı balığı, bahçedeki kuş sesleri, sık
sık ziyaretine gelen Kemal ve tabi ki Zeliha idi.
Bu
ıslak sabunlu bezle vücudunu silmeler, altını değiştirmeler her seferinde biraz
daha farklı bir hal alıyordu. Zeliha, bedeninin belli bölgeleriyle daha fazla
ilgilenmeye başlamıştı. Sanki zorunluluktan yapılan, bir an önce yapılıp
bitirilmesi gereken bir iş değil de başka bir şeydi. Giderek törensel yanı ağır
basıyordu. Temizlemiyor, sanki seviyordu. Bundan haz almaya başlamıştı. Bir
defasında cinsel organının uyarıldığını ve işlevini yerine getirdiğini
farketti. Bunu kadın da farketmişti. İnadına temizleme işini kasıklarına doğru
yoğunlaştırdı.
Hiçbir
uzvu işlevini görmüyor, ancak cinsel organı işlevlerini yerine getiriyordu. Şaşırmıştı.
Zeliha, basma entarisinin eteklerini sıyırarak üstüne çıktı. Kalın
baldırlarından yukarıya doğru çektiği eteğini kasıklarına kadar sıyırdı,
üzerine oturdu.
***
Bir
akşam üstü dalmıştı. Gözlerini bahçedeki ağaçların dallarına dikmiş,
düşünüyordu. Yanağından birisinin öptüğünü farketti: Şermin’di. Gözlerinden
yanaklarından aşağı doğru süzülen iki damla yaş makyajını bozuyordu. Yine çok
güzeldi. Mavi yolculuğa çıkmıştı. Evde unuttuğu Fransızca romanını almaya
gelmiş ve onu bu durumda bulmuştu. Dayanamadı ve arkasını dönüp hıçkırarak
evden çıktı.
***
Hareket
edemeyen, konuşamayan bir erkek zararsızdı. Zeliha bunu biliyordu. Onun
varlığına aldırmadan rahat hareket ediyordu.
Daha
sonraki günlerde bu garip ilişki daha da ileri bir hal aldı. Artık garip bir
ilişkinin iki tarafı idiler. Ne gariptir ki hastalık öncesi yaşadığı
ilişkilerden çok daha fazla haz aldığı bir ilişkiydi, bu.
***
Bir
sabah doktor İbrahim ile Esra geldiler, birlikte. Gittiklerinin üzerinden ne
kadar zaman geçmişti, hatırlamıyordu.
Esra,
kapının aralığından bakıp gülümseyerek “Nasılsın hayatım ?” diye sordu.
Usulen
sormuştu, herhalde. “İyiyim, canım. Sen nasılsın?” diye cevap vermesi mi
gerekiyordu? Ne komik!.. İbrahim’le yatağının ucuna gelerek oradaki iskemlelere
oturdular. Az sonra Zeliha da demlediği çayları getirip, ikram ettikten sonra
onların yanına oturdu.
“Nasıl?”
diye sordu, Esra, Zeliha’ya. “Bakımında güçlük çekiyor musun?”
“Ne
güçlüğü olacak abla, kuzu gibi adam.”dedi Zeliha.
“Kuzu
gibi adam” olmuştu, şimdi. Bitki olmaktan daha iyi bir şey miydi, “kuzu gibi
adam” olmak?
Bir
süre oturduktan sonra Esra çantasından çerçeveletilmiş bir fotoğraf çıkardı.
“Bak
hayatım sana getirdim.”diye resmi gösterdi.
Esra,
Oğlu, gelini ve torununun birlikte oldukları büyütülmüş bir fotoğraftı, bu.
İbrahim, Zeliha’nın getirdiği keserle tam yatağının karşısındaki duvara çaktığı
çiviye resmi astı. Ailesinin tam kadro resmi karşısında asılıydı. Torunu
hepsinin tam ortasında annesinin kucağında gülümsüyordu.
“Ah
kerata!” diye geçirdi içinden. “Burada olsaydın, ben de sağlıklı olsaydım da
seni mıncıklasaydım.”
Biraz
daha oturduktan sonra gittiler. Yine yeni “yaşam”ıyla başbaşa kalmıştı.
***
Oturma
odasındaki guguklu saatin sesiyle irkildi. Kuş aralanan kapıdan yedi kere
kafasını çıkararak öttü. Akşam olmuştu. Saat?! Zaman?!.. Zamana kafa tutan bu
saatin ne gereği vardı; bu saat artık onu eğlendirmekten öte bir işe
yaramıyordu. Bütün bir gün kımıldayamadan yatan bir adam için zamanın önemi
yoktu. Şermin’le barda tanıştıkları gece şair Necmi’nin yeni şiirini dinlemesi
isteğini vaktim yok diyerek reddetmesini hatırladı.
Başucundaki
akvaryumun içinde yüzen balıkla göz göze geldikleri hissine kapıldı yeniden.
Sanki başını sallayarak “Haklısın, babalık. Artık eşitiz öyle değil mi?”diyordu.
Marketçi Aptullah gibi “babalık” diye hitap ediyordu ona. Kızdı; elinden gelse
yemini kesip cezalandırırdı. Ama kızmamalıydı, yarenlik edebileceği kaç dostu
kalmıştı.
Ne
kadar çok düşünce birikmişti dimağında. Düşünceleri içinde hapislik yaşıyorlardı.
Nasıl kusacaktı, haykıracaktı? Belli ki düşüncelerini kusamayacak,
haykıramayacak, içinde biriktirmeyi sürdürecekti.
Bu öykünün tamamı Nisan 2015 tarihinde Kanguru Yayınları tarafından yayımlanan "Akvaryumdaki (Ba)balık" isimli kitapta yer almaktadır.
* Bu öykü ilk kez
Mayıs-Haziran 2002’de sanal dergi Dergi@Net’in 21. sayısında “Fanus” adı ile
yayımlanmış, “2.Gila Kohen Öykü Yarışması”nda Teşvik Ödülünü almış ve bu
yarışmanın Haziran 2002’de yayımlanan seçki kitabı “Öyküler, Renkler”de yer
almıştır.
No comments:
Post a Comment