16 June 2005

Akvaryumdaki (Ba)balik ( Öykü ) / M. Hakkı Yazıcı

  




Başına neler gelmişti öyle? Hatırlamıyordu bile. Kalkmak istiyordu; ama uzuvları beyninin sözünü dinlemiyordu. Öylece, külçe gibi yatağında yatıyordu.

Gözleriyle bütün odayı taradı. Evin içinde bir olağandışılık yoktu. Köydeki kadınlara yaptırdığı işlemeli perdelerin arasından odaya güneş ışıkları sızıyordu: Sabah olmuştu; bütün diğer sabahlara benzeyen bir sabah... Başucundaki komodinin üzerine koyduğu küçük akvaryumun içindeki kırmızı balığı sanki sabah gezintisini yapar gibi yüzüyordu. Bir ara göz göze geldikleri ve balığının “Günaydın” dediği hissine kapıldı. Kapının aralığından, oturma odasının karşı duvarında asılı guguklu saati görebiliyordu. Sabahın dokuzbuçuğunu gösteriyordu. Babaannesinin saatiydi bu, ölümünden sonra halası bir anı olsun diye ona vermişti. Ne kadar da çok severdi bu saati kadıncağız. Her saat başında saatin içinden çıkan kuş öterdi.

İçerideki odadan konuşmalar duyuyordu. Sesler tanıdıktı. Konuşanlardan biri karısıydı. Otuz senelik karısı, Esra. Neredeyse bir iki telefon görüşmesinin dışında bir yıldır hiç görüşmemişlerdi. Aslında ikisi de hiç gereksinim duymamışlardı, herhalde. En son telefon görüşmelerinin konusu ne kadar saçmaydı. Çok önemli bir şey konuşacak sanmıştı.:

“Hayatım ben oturma odası takımını değiştirmeyi düşünüyorum. Eskisi çok demode oldu. Epey de yıprandı.”

Ne kadar da önemli ve onu ilgilendiren bir konuydu ?!

“Nasıl uygun görürsen, canım.”

Konuşmanın tamamı bu kapsamdaydı.

Esra İstanbul’da oturuyordu. Resmen evli olan iki kişinin böyle ayrı hayatlar sürdürmesi olağan bir şey miydi ? Bunları düşünüp, irdelemek bile onu yoruyordu.

***

Barda tanıştığı o güzel kızın sorduğu şey geldi, aklına :

“Evli misiniz?”

Böyle bir soruya hazırlıklı değildi. Oysa sık sorulan bir soruydu. İnsanlar neden karşısındakinin medeni durumunu merak ederdi ki? Herhalde konuştuğu insanı sınıflandırmak için. Bir de “Nerelisiniz hemşehrim?” diye sorarlar. Hem hemşehrim deyip, hem de nerelisin diye sormak çok saçmaydı. Bu soruyu “Madem senin hemşehrinim sen nereliysen oralıyım. Ne diye soruyorsun?” diye yanıtlamak gerekirdi.

Barda yan yana oturuyorlardı. Akşam sekiz miydi neydi, bara geldiğinde? Henüz kimsecikler yoktu. Bir kadeh rakı ile çerez istemişti. Sonra bir kadeh daha. Yavaş yavaş gelenler olmuştu. Selamlaşanlar, geçerken arkasını sıvazlayıp, omuzuna vurup sevgi gösterisinde bulunanlar olmuştu. Bazıları da bir yanağından öpüp halini hatırını sormuştu.

“N’aber, keyifler iyi mi?”

“Bomba gibiyim allaha şükür.”

Bomba gibi miydi?! Bomba gibi olsa şimdi bu durumda mı olurdu?  Adet yerini bulsun diye böyle cevaplar vermişti. İnsanlar halinden şikayetçi olanları pek sevmiyordu. Bulaştıkları insanların kendilerine ek dertler yükleyeceğinden korkup uzak duruyorlardı.

***

Karısı konuşmaya devam ediyordu. Çok ve gereksiz konuşuyordu. Her zaman onu yormuştu. Söylediklerini duymayıp, dinliyormuş gibi yapıp, onaylar gibi arada kafasını sallamayı öğrenmişti. Ancak bir süre sonra bunu farketmiş ve çok kızmıştı. “Kapat çeneni senin saçmalıklarını dinlemek zorunda mıyım?” demek daha uygundu, sanki.

Gene insanın içini kıyan saçma sapan konuşmalarından birini yapıyordu. Evliliklerinin ilk beş senesinden sonraki yıllarda hiçbir zaman yarım saatten uzun bir süre konuşamamışlardı. Peki niye sonlandırmamışlardı, evliliklerini? Cevabı yine çok zordu. Gerekçe büyümekte olan oğulları mıydı ? Belki biraz. Ama tam nedeni bu da değildi. Zira oğlu büyümüş ve yuvadan çoktan uçup gitmişti.

***

Kız ne zaman gelip de yanına oturmuştu ve kaçıncı kadehini içiyordu farkında değildi. Önce ateş istemişti. Bu tanışmak ve konuşmanın devamını getirmek için yapılan çok eski ve sıradan bir numaraydı. Demek ki kendisini farketmiş ve beğenmişti. Şimdi daha ilerisi için ayrıntıya girmek istiyordu. Evli miydi? Ne kadar aptalca, içi boş bir soru. “Evlilik felsefesi ve beraberlikler üzerine bir seminer konusu hazırlayabilirim”, diye düşündü. Kendisini nasıl hissediyorsa öyleydi, işte. N’olucaktı? Kız kendisinden hoşlanmış ve birlikte olmak istiyorsa ve o evliyse, kız da yuva yıkıcı durumunda olamayacak derecede “vicdan”lıysa iş başlamadan bitecekti. Ama kendisinden hoşlanmış ve koşulsuz beraber olmak istiyorsa o zaman neden bu aptalca soruyu sormuştu?

Evet ya da hayır demek çok açıklayıcı gelmemişti. Ne söylese eksik olacaktı.
“Bazen... Ara sıra.” diye yanıtlamıştı, bu soruyu. Kız da tuhaf tuhaf yüzüne bakmış. “Nasıl oluyor öyle ?” diye şaşkınlığını belirtmişti.

Niye öyle bir cevap vermişti. Ondan hoşlanmıştı. Sevgilisi olmasını istemişti. Vereceği herhangi bir yanıtın kızı baştan kaybetmesine neden olacağından mı korkmuştu, ne ?

O sırada şair Necmi yanaşmıştı yanına, “Çok güzel, yeni bir şiir yazdım; dinlemek ister misin?” demişti. “Sağol Necmi, sonra, şimdi vaktim yok,” diye reddetmişti. Kızla muhabbetlerinin arasına girmesinden çekinmişti.

***

“Ah şekerim, bu hale gelecek adam mıydı? Sen de biliyorsun ya, hayatım, kocam aslanlar gibiydi. Sabah akşam soğuk suyla duş alır. Her sabah spor yapardı. Kendisine çok iyi bakardı. Hele o inadı, boş gururu...”, diye konuşan Esra’nın sesini duydu. Konuştuğu kimdi ?
Kapının aralığından seçilebilecek bir açıya geldiğinde gördü.: Aile doktorları İbrahim. Onu da çoktan beri görmemişti. İstanbul’a gittiği bir akşam Nevizade’de meyhaneye gitmişlerdi, onun ısrarıyla. “Ne işin var senin Güney’de, bohem takılacak yaşta mısın?” filan gibi abuk sabuk telkinlerde bulunmuştu.


***

Ne zaman bardan çıkmışlardı, ne zaman eve gelmişlerdi ve hatta kimin evindeydiler? Karanlık olduğu için ilkin çevresini seçememişti. Ama yanında çıplak uyuyan bardaki kızdı.

“Tüh ulan.” diye içinden hayıflandı.

İçince hep böyle oluyordu. “Bilincim yerinde olsaydı da yaptığım işin keyfini çıkarsaydım.” diye düşündü.

Kız gözlerini araladı, gülümsedi; uzanıp dudaklarından öptü. Demek ki gece iyi bir şeyler olmuştu. Sonra arkasını dönüp uyumaya devam etti.

                                                       
***

Oğulları  liseden sonra Amerika’ya gitmiş, finans okumuş, okulda iken tanıştığı bir zenci kız ile evlenmişti.

Evlendiklerini üç ay sonra telefonla bildirmişti, annesine. Esra telefonda hüngür hüngür ağlamış, saatlerce sakinleşememişti. Çok geçmeden bir zenci erkek çocukları olmuştu. Irkçı değildi gerçi, ama bütün bu olanlar ona ilginç geliyordu. Karısının ise bunlara alışması mümkün değildi. Günlerce adeta yas tutmuştu. Sonunda dayanamayıp, uçağa atlayıp Amerika’ya gitmişti. Gittikten sonra telefonla aradığında psikolojisi çok farklıydı. Ağzından bal akıyordu. Bir kere gelin çok sevimli, tatlı bir kızcağızdı. Dahası müslümandı. Ve çocuğun ismini Ali koymuşlardı, ona jest olsun diye. Ali, rahmetli babasının ismiydi. Telefonda dakikalarca torunun agularını dinlettiler. Bir kaç gün sonra da postadan zenci torununun fotoğrafları çıktı. Şirin bir zenci torunu olmuştu.

Fotoğraflara bakarken babaannesi aklına gelmiş, gülme krizi  tutmuştu. Esmerleri hiç sevmezdi. Akça pakça bir Osmanlı kadınıydı. İnadına bütün gelinleri esmerdi. Şimdi de torunundan zenci bir gelini ve küçük torunu olmuştu.

***
                                                       
Üzerlerinde incecik bir pike vardı. Yan yana yatıyorlardı. Kız arkası dönük uyuyordu. Pikeyi ucundan kaldırıp baktı. Çırılçıplaktı. Pürüzsüz, güzel bir cildi vardı. Çok dengeli yanmıştı. Bikinisinin vücudunun alt tarafını örten kısmı bembeyazdı. Üst tarafı ise yanmıştı. Demek ki üstsüz güneşlenmişti. Herhalde epey bir süredir buralardaydı. Nasıl olmuştu da farketmemişti. Arkasından yanaşarak beline sarıldı. Kız uyanarak gözlerini açtı. Gülümseyerek döndü ve o da sarıldı.

***

“Nedir rahatsızlığı İbrahim’ciğim ?”

Yan odada durumu hakkında konuşuyorlardı. Kapının aralığından biraz da olsa görebiliyordu. Ona ne olmuştu gerçekten? Sabah kalktığında böyle bulmuştu kendisini. Hiçbir uzvunu oynatamıyor ve konuşamıyordu. Onu bu halde Kemal bulmuştu. Bahçeye dikmek için ısmarladığı fidanı getirmişti. Kapıyı açık unutmuştu, herhalde. Kapıyı vurup cevap alamayınca içeri girmişti. Önce onu uyuyor zannedip çekiştirmiş, uyanık olduğunu, ancak kıpırdayamadığını farkedince eli ayağına dolaşmış, telefona koşturup, İstanbul’a karısına haber vermişti. İyi dosttu, Kemal. Nebatattan anlıyordu. Bitkiler konusundaki her şeyi ondan öğrenmişti. Bitkilerin de ruhu olduğuna inanıyordu. “Ben de şimdi bitki gibi oldum.” diye düşündü. “Hareket edemiyorum. Konuşamıyorum. Ama ruhum ayakta.”

“Bir nevi felç.”diye cevap verdi, doktor İbrahim. “İyileşme olasılığı pek yok. Bundan sonra böyle yaşamak durumunda. Buna ne kadar yaşamak denirse ve ne kadar yaşanırsa, artık. Biz gene de tam teşekküllü bir hastaneye götürüp kontrollarını yaptıralım.”

Esra, ayakta içini çekerek hıçkırarak ağlamaya başlamıştı. Hayret üzülmüştü. Doktor İbrahim sarılarak onu avutmaya çalıştı. Bir kağıt mendille gözündeki yaşları sildi. Bir süre ayakta sarılarak durdular. Biraz sakinleşmişti, Esra. İbrahim’e daha sıkı sarılarak, başını göğsüne yasladı. Bir süre de öyle durdular. Sonra kafasını kaldırıp İbrahim’in yüzüne baktı. Dudaklarından hafifçe öptü. Sonra uzun uzun öpüştüler.

“Vay eşşoğlu eşekler, bunlar benim haberim yokken işi iyice ilerletmişler.”diye düşündü.

Ne bulmuştu ki  karısı, kel kafalı, bodur, şiş göbekli bu pis herifte?  Ellerini oynatabilse alnına götürüp boynuzlarım var mı, diye yoklayacaktı.

***

Erkenden kalkmıştı. Daha yeni köyden peynir, zeytin almıştı. Ek bir şeyler daha alması gerekiyordu. Üstüne alelacele bir şeyler giyip markete gitti.

Market sahibi her zamanki laubali tavrıyla,“Günaydın babalık.” diye yılışık yılışık sırıtarak selamladı. Kızdığını bildiği halde  “babalık” diye hitap etmekte ısrar ediyordu. O da artık aldırmıyordu.

Aldıklarını sepete doldurdu.

“Abi hayrola misafir mi var?” sordu, marketçi Aptullah.

Bir keresinde terazide hile yaparken farketmiş göz göze gelmişlerdi. Farkettiğini anlamış, ama pişkin pişkin sırıtmıştı. Yine aynı yılışıklık üzerindeydi.

Eve döndüğünde enfes bir kahvaltı hazırladı. Kız da o arada kalkmış banyoda duş alıyordu. Banyodan çıkıp dolaptan bulduğu plaj havlusuna sarınmış kapıda göründüğünde bir kez daha şaşkın ve hayran baktı. “Ben dün geceyi bu güzel mahlukla mı geçirdim ?” diye düşündü.

İsmini sordu. Şermin’miş. İstanbul’da reklam sektöründe çalışıyormuş. Fransızca eğitim veren liselerden birini bitirdikten  sonra Güzel Sanatlar Akademisi’den mezun olmuştu.

***

Asıl en fazla içerlediği karısının onu bir televizyon uzaktan kumandası ile aldatmasıydı. Daha henüz güneye yerleşmeye karar vermediği günlerdeydi. Geceyarısı uyanmıştı. Ağzı kurumuştu. Bir bardak su içmek için mutfağa yönelmişti. Karısı gene kanapede uzanmıştı. Ne tat alıyorsa kah uyuyup, kah uyanarak, televizyonun karşısında, bütün saçma sapan magazin programlarını seyrederken sabahı ederdi. Bu her, ama her gece böyleydi. Alışmıştı artık. Bu sefer uyanıktı. Karanlıkta onu farketmemişti. Birden afalladı. Karısı eteğini sıyırmış, külodunun arasından soktuğu uzaktan kumanda ile kendinden geçmiş mastürbasyon yapıyordu. Bir uzaktan kumanda ile aldatılacağını hiç aklına getirmezdi. Su içmekten vazgeçip odasına döndü.

***

Üç gün dışarı çıkmamacasına birlikte olmuşlardı. Sadece markete kadar gidip, yiyecek bir şeyler almak için sokağa çıkmıştı. Kız, yani Şermin, peynir düşkünü idi. Beyaz peynirleri kalıp kalıp yutuyordu. Marketçi Aptullah, olağandışı bir şeyler olduğunu sezdiğini belli etmek için saçma sapan konular açıp ağzından laf almaya çalışıyordu.

“Babalık, hayırdır, evde hamile misafirin var, galiba? Bu kadar çok peynir aldığına göre... Protein, kalsiyum ihtiyacı için, falan yani...”

***

Doktor İbrahim, bir araba bulup hastaneye götürmek için dışarı çıktı. Esra içerideki kanapede uyukluyordu.

Bir süre sonra geri geldi. Aptullah’la anlaşmışlardı. Marketçinin Anadol kamyonetini kapının önüne yanaştırdılar. Arka kapağı açtılar. Marketçi Aptullah omuzlarından, doktor İbrahim de ayaklarından tutup, zor bela kaldırdılar.

Esra da dengeyi tutturmak için iki eliyle pantolon kemerinden asıldı. Onların bu halini görünce içinden gülmek geldi. Esra, düşmemesi için pantolon kemerine sıkı sıkıya asılmış, yukarıya çekiyordu. “Senelerden sonra ilk defa elleri cinsel uzvuma bu kadar yaklaştı, kaltak karının.”diye düşündü, içinden.

Arasıra omuzlarından tutup taşıyan marketçi Aptullah’la göz göze geliyorlardı. Yine o bildik yılışık  sırıtış vardı, yüzünde. “Oh olsun, gördün mü bak, n’oldu o senin kibirli haline? Ne oldum değil, ne olacağım demeli.” der gibi surat ifadesi vardı.

Kamyonetin arkasına boylu boyunca yatırıp şehirdeki hastaneye götürdüler. Muayenesini yaptılar. Tahlillerin sonuçları beklendi. Doktor İbrahim’le diğer doktorlar ayakta uzun uzun konuşup tartıştılar. Tanı İbrahim’in söylediği gibiydi. Doktorluğuna hiç itibar etmezdi, ama doğru teşhis koymuştu, herif.

Dönüş yine aynı düzen de oldu. Sıcak havaya rağmen kamyonetin arkasında giderken hafif bir esinti vardı. Zakkumların, günlük ağaçlarının arasından geçtiler. Çok severdi zakkumları, günlük ağaçlarını. Buraların sembolüydü, bu bitkiler. Kemal’le beraber az dikmemişlerdi, bahçeye. Bu yolu ve sevgili bitkilerini belki de son kez görüyordu.

“Elveda sevgili zakkumlar, elveda sevgili günlük ağaçları.” diye geçirdi içinden.

Birden hava döndü, hafif bir yağmur başladı. Oysa biraz önce günlük güneşlik idi. Aptullah arabayı sağa yanaştırıp indi. Arabanın arkasındaki eşyaları korumak için kullandığı naylon örtüyü İbrahim’le beraber üstüne örttüler.

“Şimdi ıslanmazsın, babalık.” diyerek sırıttı. “Kaldırın örtüyü, istemiyorum, ben ıslanmaya razıyım. Zakkumları, günlük ağaçlarını görmek istiyorum.” diye bağırmak istediyse de bu mümkün değildi.

Örtünün altından da olsa bir şeyler görebiliyordu. Orman yollarında ağaçların arasından geçiyorlardı. Yağmur damlaları örtünün üzerine düşerken tıp tıp sesler çıkarıyordu. Birazdan yağmur dindi. Gökkuşağı göründü. Arabayı durdurup naylon örtüyü üzerinden kaldırdılar. Toprağa düşen yağmurun kokusu, ciğerlerine dolan serin temiz hava, gökyüzünü rengarenk boyayan gökkuşağı yaşadığının belirtileriydi.



***

Kaç kere birlikte olduklarını hatırlamıyordu, bile. Şermin, kısacık geceliği ile evin içinde dolaşıyor, müzik dinliyor, yemek yiyor, elindeki Fransızca romanı okuyor, sıcaktan bunaldıkça duş alıyor ve bol bol sevişiyordu. Sanki müthiş bir açlığı vardı. Esra gibi orgazm taklidi yapmadığına da emindi. Artık ayırt edebiliyordu.

Tam iki sene sonra anlayabilmişti, Esra’nın aslında orgazm taklidi yaptığını. Ne kadar büyük bir hayal kırıklığına uğramıştı. Günlerce şaşkın dolaşmış, kusurun kendisinde olup olmadığını sorgulamıştı. Hayır olamazdı. O elinden gelen her şeyi yapmıştı. O bakımdan sağlıklıydı. Şermin’le olan yaşadıkları bunun kanıtı değil miydi?

***

Gürültülerle uyandı. Yine başka bir sabaha gözlerini açmıştı. Durumunda bir değişiklik yoktu.

Biraz sonra gürültülerin nedenini anladı. Koşarak içeri giren bir zenci çocuk “Grandpa.”diye haykırarak üstüne sıçradı. Bir yerine bir şey olacak diye korktu, ama olmadı. Başka bir zaman olsa bir tarafı acırdı. Şimdiyse hiçbir şey hissetmiyordu. Bu kerata meşhur torun olmalıydı. Kara kollarıyla sarılıp yanaklarından öptü.

“Ahh ahh!”diye hayıflandı. “Sağlıklı olsaydım ben de sana sarılır, mıncıklardım, seni.”diye düşündü.

Arkasından kapıdan oğlu girdi. Üzüntülü bir ifadeyle, “N’oldu sana babacık?” dedi. “Babalık” yerine “babacık” denmesi daha mı iyiydi? Konuşabilseydi “Ananın şeyi” diye cevap verirdi. Daha arkadan zenci gelini ve karısı girdi. Hepsi önünde sıralandılar. Bu duruma ne kadar dayanabilecekti? Hareket edebilseydi dışarı çıkar, akşama kadar deniz kıyısında dolaşır, eve gelmezdi.

“İbrahim amca iyileşme olasılığı yok mu?”diye sordu, oğlu.

“Böyle bir ihtimali aklınızdan silin ve bu duruma alışın.”dedi, İbrahim.

“N’olucak şimdi?” diye annesine döndü.

“Yapacak bir şey yok.”

“Bir an önce çözüm bulalım. Ben hemen dönmek zorundayım. İşi gücü bırakıp geldim.”

İbrahim’e dönerek “Uçak biletleri korkunç olmuş. Göçtüm.”dedi.

“Vallahi, sen kısa bir süre sonra yeniden gelmeye hazırlıklı ol. Babanın ne kadar yaşayacağı da belli değil.”

Yine mi geleceğim der gibi yüzünü ekşitip, “Ufff.” dedi.

Ah bir konuşabilseydi.“ Kasap et derdinde, koyun can derdinde. Şimdi gömün de kurtulun, gidin pezevenkler.”diye düşündü içinden.

“İstanbul’da bakamazsınız. Hem bir anlamı da yok oraya götürmenin. Burada bakıcı bir kadın bulalım. Üç beş kuruş verirsiniz, o bakar.” dedi, İbrahim. “Marketin sahibine soralım belki onun bir tanıdığı vardır.”

***

Aynı gün içinde akşam üstüydü, herhalde. Komşu köyden bir kadın getirdiler. Adı Zeliha idi. Marketçi Aptullah’ın uzaktan hısmıydı. İçeride uzun süre konuştular. Kadın kendi gözleriyle durumu görmek için içeri girdi, başucunda uzun uzun durup, hiçbir şey söylemeden acır gözlerle baktı. Üzüldüğü besbelliydi. Karısından daha fazla üzülmüş olacağına emindi. Bir de kadın düşünceliydi. Nasıl başa çıkabileceğini kestiremiyordu. Doktor İbrahim’in de gayretiyle ikna ettiler.

Zaten başka bir çaresi de yoktu. Kadının odada olmadığı bir sırada marketçi Aptullah, kısık bir sesle Esra’ya doğru eğilip kadının iki çocuklu bir dul olduğunu, hiçbir gelirinin olmadığını, çok muhtaç bir durumda olduğu için işi kabul edeceğini söyleyip, anlarsınız ya dercesine göz kırptı. Kadının çocuklarına annesi baktığı için geceleri de kalabilirdi.

***

Şermin’in doğru dürüst vedalaşmadan aniden gidişi onu şaşırtmıştı. Sanki o birlikte yaşanan günler güzel bir düştü. Bütün yaşadıklarının Şermin için sıradan bir ilişki olduğunu şimdi anlıyordu. Aynanın üzerine iliştirilen özensiz ve alelacele yazıldığı belli not kıza göre bir veda mektubuydu. O not da olmasa  gittiğini bilemeyecekti. Fransızca romanını sehpanın üzerinde unutmuştu. Belki de okuyup bitirmiş, ona bir anı olarak bırakmıştı. Fransızca bilmiyordu ki, okuyamazdı.

***

“Tek araba döneriz.” Dedi, İbrahim. “Sen benimle önde oturursun. Çocuklar da arkada oturur. Fazla da bagajımız yok, nasılsa.”

Gidiyorlardı. Çok bile kalmışlardı. Hepsi sırayla gelip yanaklarından öptüler. En son zenci torunu sıkı sıkı, ayrılmak istemezcesine sarıldı. Defalarca yanaklarından öptü.

“Bu kalsaydı bari“diye düşündü. Pek sevmişlerdi birbirlerini. Kan çekmişti, herhalde. Sağlıklı olsaydı ne güzel oynarlardı. “Rahmetli babam da ne kadar severdi, bizim oğlanı.” diye hüzünlendi.

Vedalaştıktan sonra çıktılar. Dışarıda Esra’nın bakıcı kadına “Bak, kocamı sana emanet ediyorum. Ona iyi bak.” dediğini duydu.

Daha sonra duyduğu kapanan kapıların ve uzaklaşan arabanın motor sesiydi.

İşte yeni bir tırnak içinde “yaşam” başlıyordu. “Bu da yaşanacakmış.” diye düşündü. Önceleri hiç yaşlanmayacakmış, her şey aynı şekilde devam edecekmiş gibi geliyordu, ona. Daha birkaç gün öncesinde değil miydi barda tanıştığı kızla yaşadıkları?
                                                                                                                       
***

Dalmıştı. Uyumuş olmalıydı. Odanın içi loştu. Güneş batmış, akşam oluyordu. Hava kararmaya başlamıştı. Güze giriyorlardı. Akşamlar artık daha erken düşüyordu. İçerideki odadan alçak sesle konuşan iki kişinin fısıldaşmalarını duydu. Kapının aralığından marketçi Aptullah’ın karaltısını farketti. Yan odadaki sedirde Zeliha’ya yakın oturmuştu. Bir ara kadına sarılıp gerdanından öptü. Zeliha Aptullah’ı ittirip uzaklaştırmak istedi. Gözü kaşıyla içeriyi işaret etti. Aptullah sesini biraz yükselterek “S..tiret o herifi. Anlamaz.“dedi. “O artık bitki. Hareket edemiyor. Konuşamıyor... Bir zararı olmaz.... Aldırma.”

Demek artık bir bitkiydi. Tıpkı zakkumlar, günlük ağaçları gibi.

Aptullah, hamle ederek Zeliha’nın göğüslerini öpmeye başladı. Kalçalarını iki eliyle avuçlayarak kadının üzerine çıktı.

“Hayvan herif.” diye geçirdi, içinden. Görmemek için gözlerini kapattı.

***

Gittiklerinin ertesi gününün akşamıydı. Esra telefon etti. Telefonu Zeliha açtı. Zaten ondan başka telefonu açabilecek kimse yoktu. Durumunu sormuş olmalı ki kadın ikide bir “ İyi, iyi abla. Siz hiç merak etmeyin, bir problem yok.” diyordu.

Konuşmanın sonuna doğru Zeliha, “Abla Aptullah’ın bir ricası var. Size lazım değilse abinin bisikletini almak istiyor.”

“Hayır, ulan, hayır! Bisikletimi o herife vermem.”diye haykırmak istedi. Ama bunu yapabilmesi mümkün değildi.

Zeliha, “Sağol abla.”dedi. Demek ki Esra, bisikleti Aptullah’ın almasına izin vermişti. Ona ait olan her şeyi teker teker elinden alıyorlar, ancak o hiç bir şey yapamıyordu. Bitkilerin, örneğin ağaçların meyvalarını da ağaçtan izinsiz, arsızca koparıp almıyorlar mıydı? Onun gibi bir şeydi, işte. Bitki gibi yaşamaya alışması gerekiyordu.

***

Köyden bulunan kadının ilginç bir fizik yapısı vardı. Tombul, küt parmakları, kalın bacakları, dolgun göğüsleri ve iri bir kalçası vardı. Ancak çözemediği garip bir çekiciliği vardı. Dikkatli bakıldığında hoş bir kadındı.

“Bu kadını allayıp pullayıp, dekolte bir elbise giydirip Bodrum barlarına salsan bir sürü ağzı açık salağı peşinde koşturur.”diye düşündü.

Evin içinde iş yaparken eğilip kalktıkça sıyrılan basma entarisinin altından tombul baldırlarını, göğüs dekoltesinden iri memelerini görüyordu. Hastaydı, kıpırdayamıyor, konuşamıyordu ya, o yüzden de onun zararsız bir erkek olduğunu düşünüp rahat hareket ediyordu.

Sadece yatarak geçirdiği bunalıp, sıkıntıdan patladığı o inanılmaz günlerde onu tek oyalayan evin içinde dolaşan bakıcı kadındı ve başucundaki komodinin üzerindeki akvaryumdaki balığı idi. Kadın onu yemek artıkları ile besliyordu. Zeliha evde olmadığı, ya da evin içinde başka bir odada olduğu zamanlarda gözü kapının aralığında öyle bakarak bekliyordu. İnce basma entarisinin altından belli olan vücut hatları hayal dünyasını besleyen en önemli unsurdu. Yemeğini ağzına verip yediriyor. Bedenini ıslak sabunlu bezlerle silerek temizliyordu. En garibine giden de altını değiştirmesiydi. Küçük bir bebek gibi hissediyordu kendisini. Utanıyor, sıkılıyordu ama yapacak bir şey yoktu. Bir keresinde (Aslında bu kadının savsaklamasından kaynaklanmıştı.) tutamayıp altını pislettiğinde çok kızmış “ Seni gidi, seni. Bir daha çişini kaçırırsan pipini yakarım.”demişti. Gerçekten yapar mıydı? İçine bir korku girmişti.

***

Gene gürültülerle uyandı. Evin içi insan doluydu. İçeride ağlaşmalar vardı. Yine ne olmuştu? Hiç tanımadığı bir sürü insan dolmuştu, evin içine. Bir ara iki ufak çocuk girdi odadan içeri. Biri kız, biri oğlan, çakır gözlü, sarı saçlı iki çocuk. Baş ucuna kadar gelip ona uzun uzun baktılar? Küçük kız evde oyuncak bebek olup olmadığını sordu. Oğlan da hangi takımı tuttuğunu. Cevap alamayınca da ona aldırmadan odanın içinde kendi kendilerine oynamaya başladılar. Zeliha odaya girip çocukların kollarından çekiştirerek dışarı çıkardı. “Amcayı rahatsız etmeyin, bakim.”dedi.

Çocuklar Zeliha’nın çocukları idi.

Neden sonra içerideki konuşmalardan olan biteni anladı. Marketçi Aptullah arabasıyla trafik kazası geçirmiş ve ölmüştü. “Yine de allah rahmet eylesin,” diye geçirdi içinden. Milas yolunda kamyonla çarpışan Anadol kamyoneti paramparça olmuştu. Araba yolun kenarındaki dere yatağına zakkumların arasına devrilmişti. “Keçilere gün doğdu.”diye düşündü. Kaç Anadol araba kaportası aç keçilerin karnını doyurmuştu, acaba?

Odanın içi Zeliha’nın köyünden cenaze için gelen kadınlarla doldu. Meraklı gözlerle onu süzdüler. Yaşlı bir kadın, “Vah, vah. Adamcağız pek de boylu poslu, yakışıklı biriymiş. Yazık, allah yardımcısı olsun.” dedi.

“Off, off...” diye söylendi. Bu kadar kısa süre içine ne kadar çok şey sığmıştı.

***

Olup bitenlere alışmıştı. Artık birbirinin aynısı, sıkıcı, sıradan günler yaşıyordu. Kendisini tek oyalayan akvaryumdaki kırmızı balığı, bahçedeki kuş sesleri, sık sık ziyaretine gelen Kemal ve tabi ki Zeliha idi.

Bu ıslak sabunlu bezle vücudunu silmeler, altını değiştirmeler her seferinde biraz daha farklı bir hal alıyordu. Zeliha, bedeninin belli bölgeleriyle daha fazla ilgilenmeye başlamıştı. Sanki zorunluluktan yapılan, bir an önce yapılıp bitirilmesi gereken bir iş değil de başka bir şeydi. Giderek törensel yanı ağır basıyordu. Temizlemiyor, sanki seviyordu. Bundan haz almaya başlamıştı. Bir defasında cinsel organının uyarıldığını ve işlevini yerine getirdiğini farketti. Bunu kadın da farketmişti. İnadına temizleme işini kasıklarına doğru yoğunlaştırdı.
Hiçbir uzvu işlevini görmüyor, ancak cinsel organı işlevlerini yerine getiriyordu. Şaşırmıştı. Zeliha, basma entarisinin eteklerini sıyırarak üstüne çıktı. Kalın baldırlarından yukarıya doğru çektiği eteğini kasıklarına kadar sıyırdı, üzerine oturdu.

***

Bir akşam üstü dalmıştı. Gözlerini bahçedeki ağaçların dallarına dikmiş, düşünüyordu. Yanağından birisinin öptüğünü farketti: Şermin’di. Gözlerinden yanaklarından aşağı doğru süzülen iki damla yaş makyajını bozuyordu. Yine çok güzeldi. Mavi yolculuğa çıkmıştı. Evde unuttuğu Fransızca romanını almaya gelmiş ve onu bu durumda bulmuştu. Dayanamadı ve arkasını dönüp hıçkırarak evden çıktı.

***

Hareket edemeyen, konuşamayan bir erkek zararsızdı. Zeliha bunu biliyordu. Onun varlığına aldırmadan rahat hareket ediyordu.

Daha sonraki günlerde bu garip ilişki daha da ileri bir hal aldı. Artık garip bir ilişkinin iki tarafı idiler. Ne gariptir ki hastalık öncesi yaşadığı ilişkilerden çok daha fazla haz aldığı bir ilişkiydi, bu.

***

Bir sabah doktor İbrahim ile Esra geldiler, birlikte. Gittiklerinin üzerinden ne kadar zaman geçmişti, hatırlamıyordu.

Esra, kapının aralığından bakıp gülümseyerek “Nasılsın hayatım ?” diye sordu.

Usulen sormuştu, herhalde. “İyiyim, canım. Sen nasılsın?” diye cevap vermesi mi gerekiyordu? Ne komik!.. İbrahim’le yatağının ucuna gelerek oradaki iskemlelere oturdular. Az sonra Zeliha da demlediği çayları getirip, ikram ettikten sonra onların yanına oturdu.

“Nasıl?” diye sordu, Esra, Zeliha’ya. “Bakımında güçlük çekiyor musun?”

“Ne güçlüğü olacak abla, kuzu gibi adam.”dedi Zeliha.

“Kuzu gibi adam” olmuştu, şimdi. Bitki olmaktan daha iyi bir şey miydi, “kuzu gibi adam” olmak?

Bir süre oturduktan sonra Esra çantasından çerçeveletilmiş bir fotoğraf çıkardı.

“Bak hayatım sana getirdim.”diye resmi gösterdi.

Esra, Oğlu, gelini ve torununun birlikte oldukları büyütülmüş bir fotoğraftı, bu. İbrahim, Zeliha’nın getirdiği keserle tam yatağının karşısındaki duvara çaktığı çiviye resmi astı. Ailesinin tam kadro resmi karşısında asılıydı. Torunu hepsinin tam ortasında annesinin kucağında gülümsüyordu.

“Ah kerata!” diye geçirdi içinden. “Burada olsaydın, ben de sağlıklı olsaydım da seni mıncıklasaydım.”

Biraz daha oturduktan sonra gittiler. Yine yeni “yaşam”ıyla başbaşa kalmıştı.

***

Oturma odasındaki guguklu saatin sesiyle irkildi. Kuş aralanan kapıdan yedi kere kafasını çıkararak öttü. Akşam olmuştu. Saat?! Zaman?!.. Zamana kafa tutan bu saatin ne gereği vardı; bu saat artık onu eğlendirmekten öte bir işe yaramıyordu. Bütün bir gün kımıldayamadan yatan bir adam için zamanın önemi yoktu. Şermin’le barda tanıştıkları gece şair Necmi’nin yeni şiirini dinlemesi isteğini vaktim yok diyerek reddetmesini hatırladı.

Başucundaki akvaryumun içinde yüzen balıkla göz göze geldikleri hissine kapıldı yeniden. Sanki başını sallayarak “Haklısın, babalık. Artık eşitiz öyle değil mi?”diyordu. Marketçi Aptullah gibi “babalık” diye hitap ediyordu ona. Kızdı; elinden gelse yemini kesip cezalandırırdı. Ama kızmamalıydı, yarenlik edebileceği kaç dostu kalmıştı.

Ne kadar çok düşünce birikmişti dimağında. Düşünceleri içinde hapislik yaşıyorlardı. Nasıl kusacaktı, haykıracaktı? Belli ki düşüncelerini kusamayacak, haykıramayacak, içinde biriktirmeyi sürdürecekti.



Bu öykünün tamamı Nisan 2015 tarihinde Kanguru Yayınları tarafından yayımlanan "Akvaryumdaki (Ba)balık" isimli kitapta yer almaktadır.

* Bu öykü ilk kez Mayıs-Haziran 2002’de sanal dergi Dergi@Net’in 21. sayısında “Fanus” adı ile yayımlanmış, “2.Gila Kohen Öykü Yarışması”nda Teşvik Ödülünü almış ve bu yarışmanın Haziran 2002’de yayımlanan seçki kitabı “Öyküler, Renkler”de yer almıştır. 




No comments: