16 June 2005

Kış Halleri ( Öykü ) / M. Hakkı Yazıcı


















KIŞ HALLERİ





Tam yirmibeş yıl masa başında çalışan bir insanın vücudu neye benzer? 

Vücudum hiç hoşlanmasam da bir sandalyeye benzemişti; kıçım biraz geride, bacaklarım kıvrık... Oturmadığım zamanlarda da böyleydi bedenim. Bir kuruntuydu belki de benimkisi; ama ben öyle hissediyordum. Dahası sırtım kamburumsu bir hal almıştı ve yıllarca masa üstünde olan kollarım da ilerideydi. 

Masa başında oturduğum zamanlar vücudum kolayca sandalyenin ve masanın şeklini alıyordu; ancak ya yürüdüğüm zamanlar?.. İşte en büyük sıkıntıyı yürürken yaşıyordum. Düşünsenize vücudu sandalye biçimini almış birisinin yolda yürüme zorluklarını...

***

Yolda su birikintilerine bata çıka, zor bela yürürken, şemsiyem rüzgarın etkisiyle ikide bir ters dönüyordu.

Sabah evden çıkmadan önce akıllılık edip pencereden dışarı bakmıştım: Hava yağmurluydu. Şemsiyemi alıp çıkmıştım.

Kışın en çekilmez günleri yaşanıyordu; havalar sert ve yağışlıydı. Karanlık sokaklarda tek tük yürüyen insanların karaltıları vardı.

Ben bir önceki çalıştığım işte kapının önüne konulduktan, iki aylık işsizlik döneminden sonra, birbuçuk aydır yeni, belki de en son işime gidip geliyordum. Koşullar ağırdı; ancak bir kez daha işsiz kalma korkusuyla, yaşama dirençle sarılan ölüm döşeğindeki bir hasta gibi işime sarılmıştım.

Kendime işe gitme programı yapmış; bir kaç gün içinde bu ritme kendimi alıştırmıştım: Sabah beşbuçukta kalkıyor, altıbuçukta evden çıkıyordum; yedibuçukta, daha henüz gün ağarmadan Gebze’de, fabrikada oluyordum. Bu kadar erken işbaşı yapmaya alışık değildim; ama çare yoktu.

Aydın, aynı zamanda işçi servisini yapan formen, her gün tam altıellibeşte, Kozyatağı yaya üst geçidinin ayaklarındaki otobüs durağından beni alıyordu. İyi çocuktu Aydın, onu seviyordum. Ne olurdu bir de servis minibüsünü su birikintilerinin önünde durdurmasaydı? Minibüse binerken ayak bileklerime kadar suya batıyordum.

Geç kalmamak için telaşla yürüyordum; kaldırımda benim gibi erken işbaşı yapan, servis bekleyen karaltıların arasından geçtim. Yelkenlideğirmen Durağı’nda yine o iyi giyimli orta yaşlı adamla, güzel genç kızdan başka kimse yoktu; biri durağın bir köşesinde, öteki diğer köşesinde bekliyordu. Haftalardır aynı durakta, aynı saatte bekliyor olmalarına rağmen hala aralarına bir yakınlaşma yoktu; belki selamlaşmıyorlardı bile. Halbuki ben ne çok yakıştırıyordum onları birbirlerine.

Paçalarım şimdiden ıslanmıştı. Aldırmadan yürüdüm; kapalı dükkanların önünden geçtim; caddeler, sokaklar boyunca yürüdüm. Deniz küskünü martılar sığınmıştı evlerin saçaklarının altına; görmüyordum, ama arada çığlıklarını duyuyordum. Martıların çığlıklarından ve seyrek geçen arabaların motor seslerinden başka ses de yoktu sokakta.

Kozyatağı-Mecidiyeköy otobüsü her zamanki saatinde geçti yanımdan. Yine aynı yolcular mı var içinde diye baktım; ancak camların buğusundan içeriyi göremedim.

Şemsiyeyi tutan elim buz kesmişti; eldivenlerimi yanıma almayı unuttuğuma hayıflandım. Benzinliğin önündeki dar yaya yolundan geçerken bir kamyonet üzerime zifos sıçrattı. Islanmamak için geriye kaçtıysam da üstüm başım battı. Kızgınlıkla şoförün arkasından bağırıp, küfrettim, ama beni duymadı bile.

Aydın, yine aynı saatte, altıellibeşte geldi durağa. Bu çocuğun bu huyunu seviyordum. Minibüsün içi de karanlıktı; ama içeride kimlerin olabileceğini biliyordum: Orta koltukta diğer formen Cemil, en arka koltukta dolum hattından üç çocuk, ikinci sırada ise Aydın’ın hemşehrisi genç dul kadın. Aydın’ın hemşehrisi kadının bizim fabrika ile ilgisi yoktu. Çok yakın zamanda kocasını kaybetmişti; iki küçük çocukla kalakalmıştı. Allahtan bir yemek fabrikasında iş bulmuştu. Aynı mahallede oturan kadını sevabına alıp, Maltepe’de bırakıyordu, Aydın.

Kadın Maltepe’de indi. Haftalardır karanlıkta gidip gelirken bir kez bile yüzünü görmemiştim.

Maltepe’den, Kartal’dan, Pendik’ten servise binen işçiler oldu. Servis sıcaktı; alıştığım ezberlediğim yollarda camdan dışarıya bakmak yerine gözlerimi kapayıp kestirmeyi yeğledim. Hoş dışarı baksam da bir şey görebilecek durumda değildim; her yer karanlıktı.

***

Uyandığımda fabrikaya varmıştık. Hava hala karanlıktı. Diğer işçi servisleri de gelmişti. Şangırtılı şungurtulu bir sesle demir kapıyı açtılar. Üretim holünden ofislere geçtim. Odam buz gibiydi. Klimayı açtım; koltuğa çöktüm.

Naciye Hanım’ın sabah servisinde getirdiği çay içimi birazcık olsun ısıttı.

Çay servisini yaparken Naciye Hanım’ın dalgınlığını, yüzündeki üzüntüyü farkettim.

“Hayrola Naciyanım, bir sıkıntın mı var?” diye sordum.

Şaşırdı. Gözpınarlarından akıp solgun yanaklarına süzülen bir kaç damla gözyaşı, başörtüsünün kenarından firar etmiş bir tutam saçını ıslattı.

“Eniştem,” dedi, zorlukla yutkunarak.

Meraklı gözlerle yüzüne bakıyordum.

“Eniştem, kendini kitledi,” dedi.

“Nereye banyoya mı?” diye sordum saf saf.

Ben öyle yapardım; evdekilere kızınca banyoya girer, kapıyı üstüme kilitler, bizimkileri kınamak için sabaha kadar küvette yatardım.

“Yok, yok öyle değil,” dedi bu defa kendini tutamayıp gülerek.

Naciye Hanım’ın eniştesi SEKA’da çalışıyordu; SEKA’nın kapatılmasını protesto etmek için işçi arkadaşlarıyla birlikte fabrikanın Bakım-Onarım atölyesine kendilerini kapatıp, kapıları kilitlemişler; direnişe geçmişlerdi. Evdeki çoluk çocuk perişandı.

“Vah vah vah,” dedim, üzüldüğümü belirterek, “Hallolur inşallah.”

Paltomu çıkarmadan öğlene kadar çalıştım. Ayaklarım, paçalarım hala kurumamıştı.

Tuvalet ihtiyacım geldiğinde dışarı çıktım. Dönüşte üretim holünden geçtim. Aydın işçileri toplamış yerleri yıkatıp, temizletiyordu. Üretim yoktu: Satışlar iyice düşmüştü, dağ taş stoklarla doluydu.

Öğlene yakın Şafak Bey çağırdı.

Odasına giderken ayaklarım zaten geri geri gidiyordu. Bir de birinci kata çıkan merdivenleri tırmanmak iyice zordu... Yıllarca masa başında oturmaktan bedeni bir sandalyeye benzeyen birinin merdivenleri çıkma zorluğunu düşünün... Bacaklarım ileride, kıçım geride; doksan derecelik bir açıya sahip vücudumla terse doksan derecelik açılarla yükselen basamakları tırmanırken ellerimle korkuluklara tutunup güç almadan merdivenleri çıkabilmem mümkün değildi.

Odasına girdiğimde Şafak Bey yine bilgisayarının başındaydı. Bilgisayarın ekranında üretim holüne, ambara, ofislere yerleştirilen kameraların aktardığı görüntüler vardı: Patron hepimizi dikizliyordu.

Gümrüklerde biriken teminat mektuplarından yakındı:

“Yavaşsınız, yavaş,”dedi, dişlerinin arasından tıslayarak.

“Haklısınız,”dedim yatıştırmak için.

Tatsız bir sessizlik oldu.

Gözüm Şafak Bey’in masasının üstündeki gazetenin başlıklarına kaydı.

“Kendilerini aileleriyle birlikte fabrikaya kilitleyerek fabrikalarının kapatılması kararına direnen 600 SEKA işçisi, eylemlerine son vermedi. İşçiler nihai karar verilinceye kadar fabrikayı terk etmeyeceklerini söylüyor.”

Bir başka başlık:

“Genelkurmay İkinci Başkanı, asker maaşları, yarbaya kadar yoksulluk düzeyinin altında”, demiş,”Binbaşı dahil altındaki tüm rütbelilerin yoksulluk sınırının altında gelirlerinin olduğu”nu söylemiş.

Bir siyasetçi de başka bir demeç vermiş;

“Askerler yalnız değil, diğer kamu personelinin, memurların da durumu pek farklı değil.”

Yoksulluk kötü şey... Ekonomi sıkıntıdaydı, her yerde korkunç yoksulluk vardı.

Şafak Bey’le Teşvik Belgesinin durumundan, lisans başvurusundan konuştuk; sonunda, “Gidebilirsiniz,”diyerek beni azat etti.

Odama döndüğümde pencereden dışarıda lapa lapa kar yağdığını gördüm. Sabah bizim oralarda yağmur yağıyordu, şimdi burada kar yağıyordu. İstanbul, garip, kocaman bir şehirdi. Kimbilir karşıda, İstanbul’un başka bir köşesinde güneş açmış, yerlerde birikmiş karları eritiyordu belki de.

Fabrikanın yanında, boş bidonların depolandığı sundurmanın altına sığınmış bir köpek gördüm, camı açtım dikkatlice baktım; hayvanla göz göze geldik. Sitemkar bir ifadeyle, inler gibi bir ses çıkardı.

***

Öğlen yemeğinde ancak kendime gelmiştim. İçtiğim sıcak çorba içimi ısıtmıştı.

Yemekten sonra çalışmaya devam ettim; arada sıkılınca kalkıp camdan dışarı baktım. Sundurmanın altına sığınan köpek hala oradaydı.

Naciye Hanım yemek sonrası çay servisini yaparken “Bir haber var mı?” diye sordum.

“Yok,” dedi, gözleri yine buğulanarak.

“Naciye hanım, yemekten artan kemik parçaları falan varmı?”

“Var, ama çöpe attım,” dedi.

“Olsun.”

Birlikte mutfağa gidip çöpe atılmış kemik parçalarını bir poşete doldurdum. Odamdaki pencereyi açıp sundurmanın altındaki köpeğe attım. Hayvan bulunduğu yerden kendisine atılan kemik parçalarına doğru bir iki adım ileri çıkıp, hamle yapıp, kokladı; sonra kemirmeye başladı. “Viyk”leyip, kuyruğunu sallayarak teşekkür etmesini bekledim; ama o aldırmadan önündeki kemikleri kemirmeyi sürdürdü.

Çay boşunu almaya geldiğinde Naciye Hanım, “N’aptınız yemek artıklarını?” diye sordu.

“Bahçedeki köpeğe verdim,” dedim.

Naciye Hanım, bakmak için camı açtı. Kar hızını arttırmıştı; lapa lapa yağan kar tanelerinin arasından gösterdiğim hayvana baktı.

“Allah iyiliğinizi versin,” deyip güldü, “O köpek değil ki, kurt!.. Aç kalmış anlaşılan ki aşağıya inmiş. Kışın buralara çok kurt iner.”

Afallamış gözlerle kar tanelerinin arasından hayvana baktım; gerçekten de bir kurttu; ben farkedememiştim.

Naciye Hanım, kahkahalar atarak çıktı. Hüzünlü bir gününde onu güldürmüştüm.

Cama yanaştım. İçerisi biraz olsun ısınmıştı; camlar buğulanmıştı, elimle camın buğusunu sildim. Kurt yine aynı duruşunu koruyarak sundurmanın altındaydı.

Aklımdan yaşlı kurtlarla ilgili bütün veciz sözler geçti: “Kurt dumanlı havayı sever”, “Kurdun adı yaman çıkmış, tilki vardır baş keser” , “Kurt kocayınca köpeklerin maskarası olur” ve diğerleri...

Tolstoy’un arzuladığı gibi; hem kurtların doyduğu, hem de koyunların sağ kaldığı bir dünya olabilir miydi?

Kendimle bir yakınlık buldum kurtla. Kurdun bizim kültürümüzde pek makbul bir yeri yoktu; ama bu kurt kendi halinde, mazlum bir kurttu...Kaderine razı, aç bir kurttu bu... Kim iddia edebilirdi kuyruğunu arka ayaklarının arasına sıkıştırmış bu hayvanın bir vahşi hayvan olduğunu ? Yoluk tüylerinin altındaki bedeninin yaşını anlamaya çalıştım: Yaşlı bir kurttu herhalde.

Penceredeki kar tanelerini ve kurdu izleyen gözlerim daldı.

Bütün hayatım, yirmibeş yıllık iş yaşamım bir sinema şeridi gibi gözümün önünden geçti: Deneyimim arttıkça iyileşmesi gereken koşullarım, şu yıllarda tersine iyice kötülemişti.

İlkokulda mevsimleri nasıl sıralıyorduk? İlkbahar, yaz, sonbahar, kış...Kış yılın son mevsimi… Ben hiç sevmem kışları; yılın en sevimsiz mevsimidir. Soğuk, yağışlı havalar,..Günler kısa, bereketsiz...Erkenden inen akşamlar…Koyu karanlık geceler…Ben de şimdi yaşamımın son, sevimsiz evresini; kışını yaşıyordum.

***

Öğleden sonra saatler daha çabuk geçmişti sanki. Pencereden dışarı baktığımda hava kararıyordu. İçerisi mi ayak uydurmuştu dışarının karanlığına, yoksa dışarısı mı içerdeki kararmış ruhumu sezip uymuştu bilemiyordum.

Mesai bitiminde servise binerken Naciye Hanımla karşılaştım. Yüzü gülüyordu bu kez.

“Eniştem çıktı, eyleme ara verdiler,” dedi, “İdare Mahkemesi kapatma kararını durdurmuş.”

Ben de onun kadar sevindim.

Minibüse binmeden önce sundurmanın altına doğru baktım. Hava iyice kararmıştı; karanlıkta görmeye çalıştım. Kurt hala oradaydı; gözgöze geldik, mahsun bakışları vardı. İnler gibi ağzını açtı, “İyi akşamlar,” demiştir, diye yorumladım.


25 Mart 2005, Atatürk Kitaplığı-Taksim


No comments: