25 June 2005

söyleşi



Yaşamı öykü edinen kalem: Mehmet H. Yazıcı

Tuna Şaylağ

Bilim ve teknik çağı olarak nitelendirilen 20. yüzyıl, dünya tarihine salt bu özellikleri ile değil, insanoğlunun kendi ve başkaları ile yaşadığı yalnızlaşma, yabancılaşma durumları ile de damgasını vuracaktır. II. Gila Kohen Öykü Yarışması'nda, "Fanus" adlı öyküsüyle teşvik ödülünü kazanan Mehmet H. Yazıcı, modern kent yaşamının yozlaştırdığı ilişkileri, sadece fiziksel zevklere dayanarak yaşanan günü birlik cinselliği ironik bir anlatımla dile getiriyor.

Trajı-komik bir olayın öykülendiği ve gerçek bir kara mizah örneği olan "Fanus"da Yazıcı, derinlikten yoksun ve riya üzerine inşa edilmiş insan ilişkilerini ölçülü bir duygusallıkla irdeliyor. Yazar (kendisi bu sıfatı henüz kabullenmiyor), "Öyküler ve Renkler" seçkisinde yer alan diğer hikayesi "Tiyatrocu"da da, toplumsal çalkantıların sona ermesiyle birlikte "para" gibi hayatın değişmez gerçeği ile eski büyük idealler arasında sıkışıp kalan işsiz bir aktörün hayatından acıklı bir kesit sunuyor.

Ankara'da doğan ve tüm öğretim hayatını bu şehirde sürdüren Yazıcı ODTÜ Ekonomi Bölümü mezunu. İş hayatına bir süre Ankara ve İzmir'de devam eden Yazıcı, 1999'dan beri İstanbul'da, özel sektörde dış ticaret uzmanı olarak çalışıyor. Yazar, evli ve bir çocuk sahibi. Bir akşamüstü yaptığımız söyleşide Yazıcı kendini ve yazın serüvenini anlattı. Kendisine ilk olarak yazı ile ilgisinin nasıl ve ne zaman başladığını sordum: "Yazın geçmişim çok eski değil. Yazmaya ilgim okuma sevgisi ile başladı. Babam bizi bu konuda çok teşvik ederdi. Doğan Kardeş, Çocuk Haftası gibi dergilerin yanında Tom Mix, Pekos Bill misali çizgi romanlar da okudum. Sonra sırasıyla klasikler, nobel kazanan yazarlar, Rus ve Fransız Edebiyatının Tolstoy, Çehov, Gogol, Balzac gibi seçkin isimlerini ve tabii ki Orhan Kemal, Yaşar Kemal gibi Türk yazarları okumaya başladım. Onlardan çok etkilenmiş olmalıyım ki ilkokuldan itibaren Türkçe kompozisyon derslerinde hep öykü türü yazılar yazdım. Başarılı olmama rağmen inandırıcı olamamışım ki, hocalarım kompozisyonlarımın üstüne "Sen yazmışsan çok iyi" diye not düşerler ve onları aile büyüklerinden birinin yazdığını ima ederlerdi. O ödevleri ve Türkçe defterlerimi bugün hala saklıyorum. Ancak yazın sürecini devam ettiremedim. Dersler, daha sonra iş hayatının yoğunluğu öyle bir noktaya geldi ki üretememeye başladım ve o duygudan koptuğumu hissettim. Bunların yerine çok iyi fatura, dilekçe yazdım!!

Şiirle ise çok geç ilgilenmeye başladım. Şiir okuyucusu da değildim. Ama hiç ummadığım zamanda, özellikle 5 sene boyunca yaşadığım ve içime dönme fırsatı bulduğum İzmir'de şiir beni buldu. Hilmi Yavuz'a "nasıl yazıyorsunuz?" diye sorulduğunda "Ben yazmıyorum, şiir geliyor ben yazıyorum" diye cevap vermiş ki bu çok doğru. Öykü ve şiirde ben kendimi 50 kuşağına yakın buluyorum. Tıpkı II. Dünya Savaşı'nda ormanlarda saklanan Japon askerleri gibi bir yerlerde saklandım ve seneler sonra bu kuşağın bir temsilcisi olarak ortaya çıktım."

Mehmet H. Yazıcı kafası sürekli değişen fikirlerle dolu bir yazar. Yazılarının üstünde, bitmiş dahi olsalar, devamlı oynuyor, yeni ögeler katıyor. Buna örnek olarak da yazar Erdal Öz'ün 10 sene önce yazdığı "Odalar" adlı eserini tekrar kaleme almasını gösterdi. Yazıcı'nın bir kitap oluşturacak sayıda öyküsü var. Bunlar sanal ortamda "www.dergi.org" sitesinde yayınlanıyorlar. Ancak yazar yazmaya gerektiği kadar zaman ayıramamaktan şikayetçi: "Ben profesyonel bir yazar değilim. Mesleğim dış ticaret uzmanlığı. Ama yazın üstüne çok projem var ve devam etmek için çok zaman ve emek gerekiyor. Hayatlarını yazarlıkla idame ettiren Orhan Pamuk, Ahmat Altan gibi isimleri kıskanıyorum. Ben ise ancak özel hayatımdan çaldığım zamanlarda üretebiliyorum. Ayrıca iş hayatının bazı duyguları törpülediğini örneğin 16 yaşımda yazdığım bir öykü ile şimdikileri kıyasladığımda farkediyorum" dedi. Yazıcı en çok evrenden, yaşadıklarından ve gazete haberlerinden etkilenerek yazıyor. Çocukluk hatıralarında epey malzeme olduğunu, bunları ve hayatındaki diğer kayda değer olayları geç kalmış bir anı defteri gibi yazdığını anlattı. Sosyal bilimlere ve tiyatroya da ilgi duyan Yazıcı zamanında amatör tiyatroculuk da yapmış.

"Yazmak benim için bir terapi, bence bunu herkes denemeli. Konsantre olduğum zaman kalem fikirlerimin hızına yetişemiyor" diyen Mehmet H. Yazıcı "şimdilerde hem öykü hem şiirde yeni bir eğilim çıktı. Konular hep imgeler üzerine oturtuluyor. Bunları inkar etmiyorum ancak okuyanı zorlamayan, içine alabilen ürünler olmaları gerekiyor. Edebi olmak kadar anlaşılır olmak da önemli. Mesela ben bazı yeni şairleri anlamak için kendimi çok zorlayıp, ders çalışır gibi üstlerinde duruyorum. Anlamayınca da acaba eğitimimde bir eksiklik mi var diye hayıflanıyorum. Sonradan da Nazım Hikmet, Orhan Veli, Atilla İlhan'ı okuyup anlıyorsak ve kimi dizelerini ezbere söyleyebiliyorsak, bir kerameti var diye düşünüyorum" dedi. Yazıcı'ya Gila Kohen Öykü Yarışması ve aldığı ödül ile ilgili düşüncelerini sordum. "Ben yazın sanatının öğrencisiyim. Sizin verdiğiniz bu ödül beni çok onurlandırdı ve teşvik etti. Bu ödüle layık olmak için daha fazla çalışmam gerektiğine inanıyorum. Ayrıca ödül kadar öykü alanında yetkin kişilerden oluşan bu jürinin takdirini kazanmak beni çok mutlu etti. O güne kadar fazla okunmuyordum. Ancak yarışmadan sonra aile çevremde ve arkadaş grubumda bir dalgalanma oldu. İnsanlar şaşırdı. Artık evde bilgisayara oturmak konusunda öncelik bende.

Yarışma gecesine gelince, organizasyon ve ödül töreni çok iyiydi. Daha evvel katıldığım Orhan Kemal ödül töreni sizinkinden daha iyi değildi. Eminim ki Gila Kohen Öykü Yarışması ileride Sait Faik, Haldun Taner yarışmaları kadar geleneği ve edebiyata katkısı olan bir etkinlik olacaktır. Ancak bu olayı destekleyecek bir takım faaliyetler yapılması gerektiğine inanıyorum. Örneğin öykü seçkisinin Fethi Naci gibi eleştirmenlere ulaştırılmasını, edebiyat dergilerinde boy göstermesini isterim. Çünkü genç yazarlar için edebiyat aleminde farkedilmek çok zor bir olay. Ben şu anda ODTÜ'lülerin çıkardığı Baraka dergisinin yazı kurulundayım. Bu yarışmayı konu edinip, dergide yazmayı düşünüyorum." Mehmet H. Yazıcı bu yarışma sonunda elde ettiği tecrübeler ışığında 6 ay sonra gerçekleşecek Haldun Taner Öykü Yarışması'nı kazanmayı hedefliyor. İleride adını daha sık duyacağımızdan emin olduğum yazara iyi şanslar diliyorum.

24 June 2005

Posta İdaresinden Emekli Kamil Bey














Posta İdaresinden Emekli Kamil Bey

Apaşikar, damıtılmış saf duygularla aşık
Kamil Bey’in vefatı sarstı mahalleyi
Ve de aileyi.

İmla hatalarına aldırmaz,
Nisan yağmuru kadar oyunbaz
Bir komşu kızına sevdalıydı, Kamil bey.

Bir kelebek ömrü kadar kısa sevdaya razıydı.

Dalgasız denizler kadar durgun,
“Devletin manevi şahsiyetine hakaret” etmeden yaşanmış
Yarım asırlık asude ömrünü geride bıraktığında
Tek bir macera vardı anılarında
O da yazıldı mezar taşına :
“Falan feşmekan oğlu,
Posta İdaresi’nden emekli Kamil Bey
Doğumu : .....
Ölümü : .....
Komşusunun kızına sevdalandı, vermediler.”


Eylül 2001, Kasımpaşa

Siir- Hamal Niyazi




















HAMAL NİYAZİ

Muhtemelen bilmezsiniz Hamal Niyazi’yi
Kayışlı hamalların duaeyeni
Zaten artık yok.

Tanısaydınız anlardınız
Mısır piramitlerinin yapılış sırrını.
Tophane’de,
Tayfunspor’dan sola saptığınız sokaktaki
Kahvelerde bekleşen bütün hamallara sorun
Hepsi sever Niyazi’yi.

Yasalardan bir tek Yerçekimi Kanununa karşı çıkardı.
Bir de tatlı rekabeti vardı teknolojinin çocuğu
Vinçler ve de forkliftlerle...

Başkaca bir kusuru yoktu Niyazi’nin.

23 June 2005

Postacının Oğlu ( Öykü ) / M. Hakkı Yazıcı




Postacının Oğlu


Bu türden törenleri hiç sevmezdi. Zaten kim severdi ki, ama başına gelmişti işte. Eski bir posta dağıtıcısı olan babası aniden ölmüş, bütün defin işlemlerini en büyük oğlu olarak üstlenmek zorunda kalmıştı. Koca bir gün boyunca morgtan belediyeye, camiye, oradan mezarlığa koşuşturup durmuştu. Neyseki her işin bir meraklısı, bir bileni oluyordu. Babasının eski arkadaşlarından biri yanına yine emekli postacılardan birini alıp, gittiği her yere yanında gelip yardımcı olmuştu. Aman yarabbi, ne bilinmedik karmaşık bir düzeni vardı bu işlerin… Tek başına olsa hiçbirini beceremezdi. Bu posta dağıtıcıları da ne kadar birbirlerini bağlı olurlarmış meğerse…

Sevgili babacığının artık bu dünyadan ebediyen ayrıldığına ölü bedeni mezara konulana kadar inanmak istememişti. Sanki uykusundaymış da gözlerini aralayıp “Çok susadım yavrum, bir bardak soğuk su verebilir misin?” diyecek. O da koşturup bir sürahi dolusu su ve bardakla yanına ilişecek, babası kana kana iki bardak suyu içtikten sonra şevkatle gözlerinin içine bakacak ve her zamanki gibi “Sağol yavrum, su gibi aziz ol” diyecekti.


Ne kadar çok severdi babasını, babası da onu ve diğer çocuklarını. Onların en ufak hastalıklarında bile perişan olurdu adamcağız. Üzülmelerini hiç istemezdi. Tek lüksü su istemekti. Suyu çocuklarının elinden alırken bir tür sevgi köprüsü oluşturuyordu onlarla arasında. Aslında bir bardak suyu bile sıkılarak isterdi çocuklarından.


Hazin bir cenaze töreniydi. Kazılmış mezarın içine indi, babasının kefene sarılı cesedini tabuttan çıkardıklarında artık kaçınılmaz sonu kabullendi. Kefenin üzerinden cansız bedenine sarıldı, öptü.


“Elveda babacık.”


***


Ertesi sabah önce kuşlar uyandı. Yağmurlu bir gündü. Bütün gün pencerede oturup yağmur damlalarının sesini dinledi.Düşüncelere daldı. Sanki yağmur damlaları ile sohbet ediyordu. Babacığını kaybetmişti. Niyeyse babası yıllarca çalıştığı, emek verdiği mesleğini aniden bırakmıştı. Hiç konuşmamış, anlatmamıştı sebebini. Zaten olan biteni anlayamayacak kadar küçük bir yaştaydı. Bir şeylere kızmıştı, belki. İnsanın emekliliğini beklemeden işini bırakıp, işsizliği, parasızlığı göze alması için tepesini attıracak önemli nedenleri olmalıydı. Daha sonraları bir arkadaşıyla büfecilik yapmıştı. Badanacılık, dolmuş şoförlüğü yapmıştı, daha bir çok işe girmiş çıkmıştı ama ne iş yaptığını sorduklarında hep “Eski posta müvezzisiyim” derdi.


***


İnsanın bir yakını ölünce eşyalarını toparlamak da yine en yakınlarına düşüyordu. Annesiyle birlikte babasının eski eşyalarını ayıkladılar. Ne kadar da çok pılı pırtı birikmişti. Pek çoğunu atmak gerekiyordu. Eski elbiseleri mahallenin yoksullarına verdiler. Anı değeri olanları bir kenara ayırdılar.


Yatak odasındaki divanın altından, senelerdir orada duran eski bir deri çantayı tozların arasından çıkardı. Bu babasının posta dağıtıcısıyken kullandığı çanta idi. Ayrılırken geri teslim etmemişti demek ki. Yıllarca çalıştıktan sonra babasının aniden mesleği bırakmasının nedenini annesine de sordu. O da bir şey bilmiyordu. Çekiştirerek çıkardığı çantayı açtı. İçi mektup doluydu. Sahiplerine ulaştırılamamış mektuplar. Kimbilir içlerinde neler vardı. Acı haberler, mutlu haberler içeren mektuplar…Hal hatır soran gönül alma mektupları. Belki de önemli sırlar taşıyan, ancak muhatabına ulaşamayıp sır kalan konuları içeren mektuplar…


Çantanın içindeki mektupları açmadan zarflarını gözden geçirdi. Bir ara şeytana uyup bir ikisini açmayı düşündüyse de vazgeçti, zarfları açmadı. Bu mektuplar ancak sahipleri tarafından açılmalıydı. Mektuplar biraz tozlanmıştı ama çok yıpranmamışlardı. Zarfların üzerindeki pullar oldum olası ilgisini çekerdi. Eskiden mektup almak ne kadar önemli bir şeydi. Herkesin evinde telefon yoktu. Olsa bile hatlar yeterli değildi. Şehirlerarası telefonları santrala yazdırmak, saatlerce sıra beklemek gerekiyordu, bir iki dakika konuşabilmek için. Ne faks, ne de internet biliniyordu. İnsanların uzaklardaki sevdikleriyle, yakınlarıyla haberleşebilmek için mektup en önemli araçtı. Mahallede postacının yolu gözlenirdi. Merakla “postacı amca bize mektup var mı?” diye sorulurdu. Varsa alınıp, sevinçle eve koşturulup mektup açılır, uzaktaki amcadan, teyzeden, askerdeki ağabeyden gelen mektup defalarca okunurdu. Oysa şimdi öyle miydi? Okulda söyledikleri “Bak postacı geliyor, selam veriyor,/ Herkes ona bakıyor merak ediyor.” Şarkısının bugün için anlamı neydi?


***


Aslında babasıyla meslektaş sayılırdı. Bir süre bir kurye firmasında çalışmıştı.

“Motorlu kurye aranıyor!” diye bir ilan okumuştu, gazetede. Mahalleden Yunus Ağabey’in toplayıp, adeta yeniden imal ettiği bir Harley-Davidson’u vardı. Ondan rica etmişti. İyi adamdı, Yunus Ağabey. Özenmiş, gıcır gıcır yapmıştı, eski motoru. Kendisinden çok aksesuarlarına masraf etmişti. Çok nazlanmadan vermişti, motorunu. “Yalnız dikkatli kullan, kaza yapma.” Diye tembihlemişti.

İşe kabul edildiğinde çok sevinmişti. Sabahın erken saatlerinde işe çıkıyordu. Motora bindiğinde birden havası değişiyordu. Yeleleri rüzgarda savrulan bir ata binmiş süvari gibi hissediyordu, kendisini. Şirketin verdiği telsizle yönlendiriliyordu. Verilen adrese gidip gönderiyi teslim aldıktan sonra, kaskını takıp motora atlayıp yola koyulduğunda yüzünü yalayan esintiyle adeta sarhoş oluyordu. “Yollar, sokaklar, güzelim caddeler ben geliyorum!”diye haykırmak geçiyordu, içinden.


En sevmediği yağmurlu, çamurlu günlerdi. Yanından geçen araçların sıçrattıkları su birikintileri, zifos, giydiği tulumu, postallarını ve hatta kaskını çamur içinde bırakıyordu. Bazı araç sürücüleri kasten keyiflendiklerinden yapıyorlardı, bunu.

Bir gün kahvede, çamur içindeki giysileri ile otururken, arkadaşları onun bu haliyle dalga geçince, kızmış :

“Benim üstümdeki pislik mübarek topraktan, siz asıl hayatın içindeki kirliliklerden sakının.” demişti. Sonra da söylediği şeylerin özlü söz olduğuna inanmış, böbürlenmişti, “Vay be ne biçim laf ettim!” diye.


Trafik tıkanıklığı, gencecik yaşında damar tıkanıklığı kadar uzak bir sorundu onun için. Trafikte yumak olmuş araçların arasından geçip, dikiz aynasından geriye bakıp yola devam ettiğinde arkasından bakan bunalmış araç sürücülerinin kıskançlıktan çatladığını hissedip, keyifleniyordu.


Başlangıçta her şey çok güzeldi. Annesi, babası huzura ermişlerdi. Oğulları iyi kötü bir iş bulmuş, kahvehane köşelerinden kurtulmuştu. İş dönüşü Harley-Davidsonun üzerinde mahalleye girişi çok fiyakalıydı. Evlerin pencerelerinden, perdelerin arkasından komşu kızlarının hayranlıkla ona baktıklarını farkediyordu.


Kaç ay yapmıştı, bu işi? Cebindeki paranın hesabını yaptığında boğaz tokluğuna çalıştığını anladı. Aldığı paranın çoğu motorun benzinine, tamirine gidiyordu. Şirketin müdürünün odasına gidip, topuk vurup selam verdikten sonra durumu anlattığında adamın cevabı çok kısa ve net oldu : “İşine gelirse...” Adam haklıydı, bu işi yapmaya can atan binlerce, kendi gibi işsiz genç olduktan sonra...


O da babası gibi aniden işi bırakıp, motoru Yunus ağabeye geri teslim etmişti.


***


Epeydir işsizdi. Babasının çantasından çıkan, sahiplerine ulaştırılmamış mektupları iletmeye karar verdi. Hem iyilik yapmış, hem de kendini oyalamış olurdu. İçlerinden seçtiği birkaç tanesini sahiplerine ulaştırmak üzere bir sabah erkenden sokağa çıktı.


Sora sora mektuplardan birinin üzerinde yazılı adresi buldu. Aradığı adres Fatih’teydi. Ördek Kasap Mahallesi Karakoyunlu Sokak…İstanbul’un eski sokaklarından biri. Her şey değişmişti. Bir çok sokağın ismi bile aynı değildi. Evler yıkılmış yerlerine yeni binalar yapılmıştı. Ancak gene de şanslıydı. Mektup alıcısı kadını tanıyan birilerini bulmuştu. Onu kadının oğlunun çalıştığı dükkana götürdüler. Kendisinden bir kaç yaş küçük genç bir delikanlıydı. Şaşırmıştı. Annesi öleli çok olmuştu. Duygulandı. İki sokak ötede evleri vardı. Babalarıyla beraber oturuyorlardı.


Delikanlı dükkanı komşuya emanet etti, beraber çıktılar. Yürüyerek oturdukları yeni eve gittiler.


Postacının oğlunu buyur ettiler. Çıtır çıtır ses çıkararak yanan bir odun sobasının yanında oturan yaşlı babasının yanında yer gösterdiler. Çay ikram ettiler. Adamın kızı, damadı ve torunları, hepsi sobanın etrafına toplanmışlardı.


Yaşlı adam ne kadar da babasını andırıyordu. Çakısı ile çenttiği kestaneleri yanına oturduğu kızgın sobanın üzerine diziyordu. Kızaran kestaneleri üfleye üfleye soğutup, eliyle soyuyor, sonra da torunlarına veriyordu. Bir kaç tane de postacının oğluna ikram etti.


“Maşallah torunlar çok sevimli. Kaç çocuk, kaç torun var amca?”


“Bir kızım, bir oğlum var. Kız evli. İki de torunum var ondan.”


“Torunlar daha çok seviliyor değil mi?”


“Eh öyle...Çocuklarımı çok severim. Hayırlıdırlar.” Eğilip, elini ağzına siper edip, alçak sesle diğerlerinden duyurmadan, “Laf aramızda en çok benim oğlanı severim, seni getiren. Bambaşka bir çocuktur. Birbirimize çok düşkünüz.”


Postacının oğlunun aklına bir kaç gün önce yitirdiği babası geldi. Gözleri buğulandı. “Duygularını anlarım, amcacığım.” dercesine başını salladı.


“ Bu iki katlı evde hep birlikte yaşayıp gidiyoruz işte. Anaları da çok iyi bir kadındı. Çok genç yaşta kaybettik garibimi.”


“Allah rahmet eylesin.”


“Zor oldu...Çocukları tek başıma yetiştirmek, bu hale getirmek...Ama onlar olmasaydı hayat daha zor olurdu. Beni de çocuklarım büyüttü.”



İhtiyar adam zarfı açıp, mırıldanarak okumaya başladı. Taktığı gözlüklerine rağmen kağıdı burnunun dibine sokmuş, heceleyerek okuyordu. Mırıltıların arasından ne dediği anlaşılmıyordu. Sobanın etrafında halka olmuş herkes merakla onu izliyordu. Sonlara doğru yer yer duralayıp, kağıdı indirip yanan sobaya gözlerini dikip dalıyordu. Oğlu, harıl harıl yanan odun sobasının içi geçmeden yeni ağaç parçaları atarak ateşi canlandırıyordu. Adamın tavrından mektuptan oldukça etkilendiği belli oluyordu. Bu hali onu izleyen oğlunu, postacının oğlunu ve diğerlerini iyice meraklandırıyordu.


Mektubu baştan sona okuduktan sonra içinden bir kez daha okudu. Arada gene mırıldanıyor, ara sıra duraklıyor, gözleri dalıyordu. Mektup ölen karısına başka bir adam tarafından yazılmıştı.:


“ Biriciğim,


Seni çok özledim. Senden ayrı olmaya dayanamıyorum....Karnında aşkımızın meyvası, çocuğumuzu taşıyorsun. Biz birbirimize aitiz. Kocan olacak o adamı terket. Birlikte kaçalım. Çocuğumuzu kuracağımız yeni yuvamızda büyütelim...Seni çok, ama çok seviyorum. Lütfen beni daha fazla bekletme...”


Mektubun önemli kısmı bu cümlelerdi. Zaten çok uzun bir mektup da değildi.


Neden sonra mektubu okumayı bitirip, gözlüklerini indirdi. Bir süre sessiz kaldı. Herkes merak etmişti. Oğlu sessizliği bozarak sordu. Yaşlı adam, “Yok bir şey oğlum, uzak akrabalardan biri göndermiş, hal hatır soruyor.” diyerek, mektubu yırtıp yanan sobanın içine attı.


Adamcağız seneler sonra, bu geç ulaşan mektup aracılığıyla ölen karısının doğurduğu çocuğun kendisinden değil, o zamana kadar kimsenin bilmediği sevgilisinden olduğunu öğrenmişti. Ancak artık bunun onun için bir önemi yoktu. Bu sırrı sobada yanan mektupla birlikte yok etmişti. Delikanlı onun oğluydu ve onu çok ama çok seviyordu. Hem de diğer çocuğundan, öz kızından daha fazla seviyordu.


Adam, postacının oğluna döndü. “ Senin işin gücün yok mu?” diye terslendi.


İlk geldiği anda gördüğü misafirperverlikle bu tavır arasındaki farka şaşırdı. Afallamış bir şekilde bir süre oturdu. Sonra izin istedi ve çıktı.


Halbuki yaşlı adamı kendi babasına benzetmiş, ısınmıştı. Çocukları da ne kadar sıcakkanlı, iyi insanlardı.Şimdi ne olmuştu da adamın tavrı birde böyle değişmişti. “Ne kadar tuhaf insanlar” diye düşündü. İnsanlara iyilik de yaramıyordu.

Yaprak Dökümü



























Fotoğraf: Murat Uzsoy

Yaprak Dökümü

Nasıl da
Doyulmaz, görsel bir şölendir
Sonbaharda
Sararan yaprakların
Dallarından
Yavaş yavaş,
Süzüle süzüle
Yere düşüşlerini seyretmek.
Oysa hiçbirimiz bilmeyiz
Yavaş yavaş,
Süzüle süzüle
Düşen yaprakların,
Yerçekimine direnişini,
Ait oldukları yerden kopmamak için.
Ve rüzgarda savrulan yaprakların hışırtısının
Aslında
Hüzünlü hıçkırışlarının sesi olduğunu.

Ömer Bey'in Kedisi ( Öykü ) / M. Hakkı Yazıcı





Ömer Bey’in Kedisi


Eve gelişi pek istem dahilinde olmamıştı. Ömer Bey’in küçük kızı bir gün küçük bir kese kağıdının içinde getirmişti, onu. Kese kağıdının içine baktıklarında minicik tekir kedi yavrusunu görünce çok şaşırmışlardı. Gözlerini bile açamıyor. İnsanın içini kıyan miyavlamasıyla kendisine pek de güzel acındırıyordu. 

Kedilere sempatisi olmayanlara bile sevdirecek bir sevimlilik vardı üzerinde. Kızının okul arkadaşının sevgili kedisi idi. Yaz tatiline gidecek arkadaşı ve ailesi yokken emanet edilecek birilerine ihtiyaç vardı. “Çok değil, canım. Sadece onbeş gün için.” Onbeş gün bir ay oldu. Emanet tekir yavrusunu geriye alacak olanlar hala yoktu. Bir süre daha geçtikten sonra kızının arkadaşının yaz tatiline gitmedikleri, subay olan babasının uzak bir Anadolu şehrine tayin olduğu öğrenildi. Bir emrivaki ile karşı karşıya olunduğu anlaşıldı. Yapacak bir şey yoktu. O zamana kadar kedileri sevmeyen Ömer Bey bu duruma alışmak zorundaydı. Kızı, karısı ve hatta oğlu bu yavru kedinin sokağa bırakılamayacağı konusunda fikir birliği içinde idiler. Zavallı minik yavrunun sokaktaki tehlikelere rağmen kapı dışarı edilmesi büyük hainlikti. Ve hatta vatan hainliği ile eşdeğerdi. Ömer Bey bu ilişkiyi tam kuramadı. Ama hayatı boyunca kendisini bir vatansever olarak niteleyen birisi olarak büyük bir baskı altındaydı. Çaresiz boyun eğdi. O günden itibaren aileye kabul edilen tekir, ailenin en itibarlı ferdi oluverdi. Ömer Bey’i yumuşatmak için ona rahmetli büyükannesinin ismi verildi.: Nazlı. En yumuşak koltuklarda uyukladı. Karısının çeyizi güzelim Bünyan halılarına pislemesine ses çıkarılmadı. Pastörize günlük sütle beslendi.

***
Bir gün, sokaktaki kötülüklerden korunmak amacıyla eve kabul edilen Nazlı’nın başına beklenmedik, talihsiz bir olay geldi. O gün, yavru kedinin şanssız bir günüydü . Aslında güzel, insanın içini ısıtan bir bahar günüydü. Günlerden pazardı.Yağmurlu, soğuk günlerin arkasından güneşli bu bahar gününün sabahında biraz hava alsın diye Ömer Bey, balkon kapısını açarak Nazlı’nın minderini bir köşeye yerleştirdi. Yavru tekiri de yumuşak minderin üzerine yatırdı. Kendisi de demlediği taze çayını yudumlayarak sabah gazetelerini okumaya başladı. Herşey çok güzeldi. Ağaçlar çiçeklerini açmış, ötüşen kuşlar sessizliği bozuyordu. Nazlı da günün güzelliğine kapılmış keyifli keyifli balkonda geziniyordu. Ömer Bey gazetelerine dalmıştı. Tekirin balkonun kenarından sarktığını farkedemedi. Tecrübesiz yavru başının ağır çekebileceğini ve tepetaklak bahçeye yuvarlanacağını hiç beklemiyordu. Ömer Bey, olayı bahçeden Nazlı’nın feryatlarını duyduğunda farketti. Elindeki gazeteleri fırlatıp bahçeye baktığında otların arasında sırtüstü düşmüş, feryadı figan miyavlayan Nazlı’yı ve başına üşüşmüş tüm mahlukatı gördü. Başta mahallenin bütün veletleri, haylaz sokak kedileri, köpekleri, sabahları çok erken öttüğü için mahallelinin yaka silktiği çil horoz ve hatta böcekler zavallı tekir yavrunun başına üşüşmüş bir tarafını çekiştiriyorlardı. Hepsi de sokak mahlukatı bu edepsizler, asil bir ev kedisi olan Nazlı’ya kıskançlıklarını kusuyorlardı, adeta. Ömer Bey, merdivenlerden nasıl inip, bahçeden, otların ve bütün bu mahlukatın arasından kediciğini kapıp eve getirdiğini hatırlamıyordu. Zavallıcık çok korkmuştu. Evdekiler, karısı, kızı, oğlu uyanmışlardı. Yavruyu okşayarak teskin ettiler.

Bu, Nazlı’nın hayatında bir dönüm noktası oldu. Bir daha değil dışarı çıkmak, balkona bile zorla çıkar oldu. Nice mart ayları,”mırtav” ayları, baharlar geçti. Ama Nazlı’yı dışarı çıkarmak mümkün olmadı.

***
Zaman içinde Ömer Bey Nazlı’ya, Nazlı Ömer Bey’e iyice bağlanmışlardı. Bağlanmak ne kelime aralarında adeta bir aşk vardı. Sanki başlangıçtaki Ömer Bey değildi, o. Nazlı aşağı, Nazlı yukarı. “Kızım” diye hitap ediyordu, sevgili kediciğine. Kediydi, mediydi ama kızı alınganlık göstermeye, “Baba, sen bunu bizden daha çok seviyorsun” diye sitem etmeye başlamıştı.

***
Ömer Bey’in hayatında her şey iyi gitmiyordu. Hele iş hayatı günden güne çekilmez bir hal almaya başlamıştı. İnsanlar iyice tuhaf olmuşlardı. Yalan, riya, birbirinin arkasından kuyusunu kazmak normal şeylerdi. Yıllarca emek verdiği işi artık ona çalışma sevinci vermiyordu. Yavaş yavaş kabuğuna çekilmeye başlamıştı. Sabahları işe giderken ayakları sanki geri geri gidiyordu. Akşamları da hiç bir yere takılmadan koşa koşa eve geliyor, günün sıkıntısını kediciğiyle ahbaplık ederek atmaya çalışıyordu. Eve girmeden, daha merdivenlerde iken Nazlı,onun geldiğini farkediyor, kapıya koşarak yanına geliyor, sevinçle bacaklarına sürtünüp, keyifle kırın sesi çıkarıyordu. Aslında bu, onun “Sen benim malımsın” mesajıydı. Ömer Bey’in bacağına sürtünerek, kokusunu geçirmekte, onu da kedileştirmekteydi.

***
Mesaiye erken gittiği günlerden birindeydi. İşe dalmıştı. Aslında çok fazla bir işi yoktu. Yine de elindeki işleri bitirmeye çalışıyordu.

Öğlene doğru genel müdür Rıza Bey’in sekreteri kendisini çağırdığını telefonla bildirdi. Hangi işle ilgili olduğunu anlayamamıştı. Yanına dosya almalı mıydı, ya kafadan cevaplayamayacağı bir konuyu sorarsa? Genel müdürün kapısını tıklatıp, içeri girdi. Rıza Bey güleryüzle karşıladı, yanında yardımcısı Selim Bey vardı. Oturması için masasının önündeki koltuğu gösterdi. Aslında o anda olan biteni anlamalıydı. Bu olağan bir davranışı değildi, adamın. Selim Bey de gülümsüyordu. Bu da normal bir şey değildi. Hiç sevmezlerdi birbirlerini. Adamın şirketi zarara sokan bir işini farketmiş ve zamanında uyarmıştı. Kendisine teşekkür etmişti falan ama fena halde bozulmuştu. O günden sonra hep soğuk davranmış, terfisini, normal ücret artışlarını hep engellemişti.

Konu havadan sudan memleket meselelerine, ekonomiye, kötü gidişe, şirketin içine düştüğü zorluklara geçti. Konuşmanın sonuna doğru Rıza Bey, ağzından baklayı çıkardı.:

“Zorunlu bir tenkisat yapmamız gerekiyor...”

Bu kadarı yeterdi. Gerisini dinlemedi. Arada bir iki laf duyuyor, genel müdürün ayakta el kol hareketleri ile yaptığı mimikleri görüyordu. Selim Bey, hiç konuşmuyor, kafasını kaldırmadan yere bakıyordu. Bir ara istemeden göz göze geldiler. “Sonunda yuvanı yaptım” der gibi bir yüz ifadesi vardı. Neden sonra konuşmanın bittiğini farketti. Sessizce odadan çıktı.

Masasına döndüğünde yüzü sararmış, ağzı kurumuştu. Gözleri de dolmuştu. Kimse farketmesin diye gözlerini masasına dikmiş bir şeylerle meşgulmüş gibi davranıyordu. Çekmecelerini açtı. Özel eşyalarını toplamaya başladı. Değiştirdiği kaçıncı işti. Hiçbir işinden kendi isteğiyle ayrılmamıştı. Bu sefer iş ciddi idi. Artık belki de çalışacak yeni bir iş bulamayacaktı. Hiç eksik olmayan ekonomik kriz iyice derinleşmiş, bütün ülkeyi kasıp kavurmaya başlamıştı.

Neyseki emekliliği hak kazanacak duruma gelmişti. Ama çalışabilecek gücü varken neden emekli olsundu.

***
Ömer Bey bir “konjonktür” kurbanıydı. Artık onun için zorunlu emeklilik günleri başlamıştı. Bütün gün dışarı çıkmadan evde oturuyor, Nazlı’la yarenlik ediyordu.

***
Kapı çalınmıştı. En üst katta oturan Perihan Hanımdı. Rahmetli eşini daha çok tanıyordu. Apartman boşluğunda, merdivenlerde karşılaşıp, selamlaşmanın ötesinde bir tanışıklıkları yoktu.

“Ömer Bey sizin kediyle bizim Tırmık’ı başgöz etsek. Sevaptır.”

Kan beynine sıçramıştı.

“Sağolun hanımefendi. Bizim kızımızla ilgili öyle bir planımız yok.” dedi kibarca, sakinliğini kaybetmemeye çalışarak.

Kapıyı kapattı. Çok kızmıştı.

Nazlı kapının arkasında sanki görüşmenin sonucunu bekler gibi tedirgin bakıyordu.

“Korkma kızım, ben seni ite köpeğe yedirtmem.”

Daha sonra Perihan Hanımla birkaç kez daha karşılaştılar. Kadıncağız belki fikrini değiştirmiştir diye konuyu bir daha açmaya yeltendi.

“Yok hanımefendi, bu konuyu bir daha görüşmek istemiyoruz.” diye geçiştirdi.

***
Bu hayvanlar aleminde en fazla kendisi gibi olan hayvan kediydi, herhalde. Neruda ne güzel de anlatmıştı şiirinde, kedilerin bu özelliğini :

“...İnsan balık olmak ister ya da kuş,/yılan, keşke kanatlarım olsaydı der,/köpeğe sorarsanız, o bir aslandır./Mühendisin tek özlemi şair olmaktır,/sinek kırlangıca özenir,/kanatlanıp uçmayı düşler şair./Oysa kedi/yalnızca kedi olmak ister/ve her kedi,/bıyıklarından kuyruğuna,/altıncı duyusundan fare avcılığına,/altın gözlerine gece karanlığında/salt kedidir...”

Ömer Bey de sadece kendisi olmak istiyordu. Ne Rıza Bey, ne de Selim Bey olmak istemiyordu. Sadece ve sadece Ömer Bey olmak istiyordu. Gerçi bu yaştan sonra artık bir başkası olabilecek durumu da yoktu ya.

***
Gene balkonda oturup gazeteleri karıştırdığı bir sabahtı. Galiba aylardan “mırtav ayı” idi. Dalmıştı. Kucağında keyif yapan Nazlı’nın gerildiğini farketti. Korkuyla miyavlamıştı. Nedenini anlamak için etrafına bakındı. Balkonun yanıbaşında, dallarını bahçeyi sararcasına yaymış gürbüz kiraz ağacına tırmanarak yerleşen komşunun kedisi Tırmık’ın bakışlarını Nazlı’ya dikmiş hareketlenmeye hazırlandığını gördü. Çapkın bakışlarında Tarkan’ın şarkısındaki “Yakalarsam...Mucuk, mucuk.” ifadeleri vardı. Hain kedi sapık emellerini gerçekleştirebilmek niyetiyle kurduğu planları uygulamak için ağaca çıkıp, sinsi sinsi sokularak balkonun dibine kadar gelmişti. Neredeyse bir sıçrayışta balkona giriverecekti. Nazlı iyice gerilmiş, kamburunu çıkarmıştı. Ömer Bey, hırsla ayağa kalktı. Tırmık’a atacak bir şeyler arandı. Ayağındaki terliği kaptığı gibi bütün gücüyle fırlattı. Terlık kaçamadan Tırmık’ın sırtına isabet etti. Yüzsüz, zampara kedi acıyla miyavlayarak kendini ağaçtan aşağı bırakıp, kaçtı. Öfkesi geçmeyen Ömer Bey bir ayağında terliğin öteki teki, diğer ayağı çıplak Tırmık’ı kovalamak için sokak kapısından fırlayıp, merdivenlerden topallaya topallay bahçeye indi. Kedi yediği darbeyle sersemlemiş bir halde bahçede dolanıyordu. Eline geçirdiği taşları fırlatarak koşturmaya başladı. Sokağın başına kadar kovaladı, Tırmık’ı. Nefes nefese eve dönerken üst katın balkonundan Perihan Hanım kızgınlıkla bağırdı.

“Siz ne yaptığınızı sanıyorsunuz?!!”

“Lütfen kedinize sahip olun. Kızımızın etrafında dolaşmasın.”

Bu sefer Perihan Hanım sinirlenmişti. Balkondaki çiçekleri suladığı bir kova suyu aşağıya Ömer Bey’in üstüne boca ediverdi. Sırılsıklam olmuştu. Neyse önemli değildi. Nazlı’nın namusunu korumuştu., ya.

***
Nazlı’nın aileye katılmasının üzerinden çokca zaman geçmişti. Ve hatta Ömer Bey emekliye ayrılalı da epey olmuştu. Ömer Bey, iyice küskünleşmiş, zorunlu olmadıkça dışarı çıkmamaya başlamıştı. Sabah erkenden kalkıyor, çayını demledikten sonra koltuğuna oturuyor, kapıcının getirdiği gazeteleri okuyordu. Hava güzelse balkonda oturmayı tercih ediyordu. Yıldığı dünya ile bağlantısı adeta balkondan görülen sokak kadardı. Genellikle Nazlı da yattığı yerden kalkıp Ömer Bey’in kucağına zıplayıp, yatıyor, onun başını okşaması için kafasını avucuna uzatıyor, sevildiğinde gözlerini kısarak mırıldıyordu.

Bu hemen hemen her gün böyle oluyordu. Nazlı ile Ömer Bey arasında kıskanılacak bir sevgi ve dostluk ilişkisi oluşmuştu. Birbirleri dışındaki dünyada bilinmeyen tehlikeler, kötülükler vardı, sanki.

Ömer Bey’in bu hali karısını ve kızını ve oğlunu da üzmeye başlamıştı. Karısı kızgın bir anında :

“Sen de, kedin de birbirinize benzemeye başladınız.” demişti. Hele bir keresinde saçlarını tararken banyo lavabosuna dökülen saçlarını gösterip “Kedin gibi tüy döküyorsun” deyip kızmıştı.

Düşündükçe karısına hak veriyor, kendisi de gün geçtikçe daha da belirginleşen bu benzerlik ilişkisini hayretle farkediyordu..

***
Ömer Beyin karısı ille de “Bu ev bize artık küçük geliyor, değiştirelim.” diye tutturmuştu. Kafasına takmıştı bir kere. Aradılar taradılar yukarı mahallede, yeni yapılmış bir binada, daha büyükçe bir ev buldular. Aslında kullanışlı, tesisatları daha düzgün, iyi bir evdi. “Bu evi de kiraya veririz, evlenince de kız oturur.” Diye Ömer Beyi ikna etti, karısı. Senelerce oturdukları alıştıkları evlerinden, mahallelerinden ayrılmak zor geliyordu, ama oturdukları ev çok sorun yaratmaya başlamıştı. Bir gün elektrik tesisatında problem oluyordu, ertesi gün banyo akıtmaya başlıyordu. Alt kattakiler, üst kattakiler, bütün apartman sakinleri birbirine giriyordu. Artık bıkmış, usanmışlardı.

Ömer Beyin tazminatından ve biriktirdikleri tasarruflarından oluşan, bankada vadeli hesapta duran paralarıyla beğendikleri evi aldılar.

Taşınmak gözlerinde büyümüştü. Eşyaları hamallar taşımıştı, ama toparlanması, temizlenmesi derken bütün ev ahalisinin canı çıkmıştı.

Zavallı kedicik bir kenara sinmiş endişeli gözlerle olan biteni izliyordu.

Bütün eşyalar taşındıktan sonra Nazlı’yı bir karton kolinin içine koydular. Kolay olmadı kutunun içine koymak. Çok direndi. Ömer Bey’in elini tırmaladı. Tırmıklanan, kanayan eline bakarken şaşkınlığı yüzünden izleniyordu. Şaşkınlığı ve kırgınlığı. Nasıl olurdu da sevgili kediciği (-pardon kızı), onun elini tırmalardı?! Karton kolinin içinde canı çıkarcasına miyavlıyordu. Apartmanın dışına çıktıklarında sindi. Yeni evlerine geldiklerinde kutunun kapağı açılır açılmaz fırladı, kanapelerden birinin altına, erişilmesi zor bir köşeye saklandı. Ömer Bey, ne kadar tatlı dil döktüyse de sakinleştiremedi.

Çaresiz:

“Pekala sen de o zaman orada yat.” dedi, Ömer Bey.

Taşınma telaşı sona ermişti ama ev ahalisi de bitmişti. Erkenden yattılar.

Sabah erkenden uyandı, Ömer Bey. Bir süre nerede olduğunu algılayamadı. Neden sonra taşındıklarını artık yeni evlerinde olduğunu hatırladı. İlk işi kalkıp Nazlı’yı aramak oldu. Evin köşe bucak her tarafını aradı ama bulamadı. Yoktu. Sanki kuş olup uçmuştu. Ya da kedi olduğunun bilincine varıp kaçmıştı. Bahçeye çıkıp arandı. Sokakta aradı. Yoktu. Aklına eski evlerine bakmak geldi. Öyle ya kediler sahiplerine değil, evlerine bağlıydılar. Kapıyı açıp içeri girdiğinde tahmininde yanılmadığını gördü. Nazlı oradaydı. Ömer Bey’i gördüğünde sevinçle koşturup, bacağına sürtünüp, mırlamaya başladı.

***
Öğlene doğru Ömer Beyin karısı ve kızı Ömer Beyin de, Nazlı’nın da ortadan kaybolduklarını farkettiler. Bir yerlere gitmişlerdir, gelirler diye bir iki saat aldırmadılar. Ancak hala ortalıkta görünmeyince merak edip, endişelenmeye başladılar. En sonunda dayanamayıp aramaya çıktılar. Taşındıkları eski evlerine geldiklerinde Ömer Beyi de, Nazlı’yı da bıraktıkları eski çek yata uzanmış birlikte uyurken buldular.

Ömer Bey uyandığında aldığı kararı açıkladı. Yeni taşındıkları eve gelmeyecekti. Nazlı ile birlikte eski evlerinde yaşacaklardı.

“Kusura bakmayın ben kızımdan ayrılamam” dedi. Kızım dediği kediciğiydi. Öz kızından bile daha çok sevdiği ve giderek daha fazla birbirlerine benzeyen kedisi Nazlı.


(*) Bu öykü ilk kez Mayıs-Haziran 2003’de Kül Öykü Dergisi’nin 2. sayısında yayımlanmıştır.

Göynük




GÖYNÜK: Bir doğa resitali ve zaman tünelinde yolculuk...


“Hocam benim arabaya bir daha aşık oldum; TEM’den bir topukladım, tam üç saat oniki dakikada Ankara’ya ulaştım.”
“İyi halt yedin!”
“Öyle deme hocam! Uçakta yer yoktu, ihaleye yetişmem lazımdı. Yoksa yapmam bilirsin.”

Hep acelemiz var; bir yerlere, bir şeylere yetişmeye çalışıyoruz. Hayatın anlamını rakı masalarında sorguluyoruz.

Acelemizin olmadığı bir hafta sonunda, Ankara’ya o acelecilerin gitmediği yollardan gittik. Paralı yoldan Bilecik çıkışından ayrılıp, Geyve, Taraklı üzerinden Göynük’e gittik. Yol kenarında sıralanan pınarlardan kana kana su iç içtik.

Dönüşte de gene yoldan çıkıp aşçıların memleketi Mengen’e uğrayıp yemek yedik.

Zaman, yol boyunca pınarlardan içtiğimiz serin sular gibi avucumuzdan akıp gidiyor. Sıkı sıkıya tutmaya çalışsak da bileklerimizden, parmaklarımızın arasından akıyor sular. En iyisi doya doya yudumlamak, tadını çıkarmak. Hayatın da, serin suların da...


Vadinin İçine Gizlenmiş Bir Güzel Belde

Göynük, doğuda Kocaman, kuzeyde de Kapıorman dağları gibi Köroğlu Dağlarının uzantılarının engebelendirdiği vadinin ortasında yer alıyor.

Yamaçlarda ağaçlar, bahar çiçekleri...Vadi, sarıçam, ıhlamur, kayın ve palamut meşesi ağaçlarıyla süslenmiş. Bu doğa insanı çıldırtır, yoldan çıkarır. Biz çıktık; yoldan değil de TEM’den. Yalnız doğa mı? İnsan vadiye girdiğinde kendini zaman tünelinde gibi hissediyor. Tarihi yapıları gezip, daracık sokaklarda evlerin arasından yürürken sanki eski zamanda yolculuk ediyorsunuz.

Göynük, eski Türkçe bir kelime olup, ormanda açılmış yer anlamına geliyor. Kasabanın tam ortasından Kapıorman Dağından kaynaklanan akarsular ve Söğüt Gölünün fazla sularıyla beslenen Göynük Deresi akıyor. Biz gittiğimizde baharın yağmurlu bir günüydü ve Göynük Deresi en coşkulu türkülerini söyleyerek akıyordu. TEM’deki acelecilerden kaçalım derken Sakarya Nehrine kavuşmak için acele eden, güldür güldür akan dereyle karşılaştık. Derenin iki yanında vadi boyunca yukarılara kadar, Osmanlı mimarisinin en güzel örneklerinden, Bağdadi sıvalı, yaklaşık yüz yüzelli yıllık, geleneksel eski Göynük evleri, Safranbolu evlerini kıskandırırcasına sıralanıyordu.


Zaman Tünelinde Yolculuk

Kasabaya girerken “Diyar-ı Akşemseddin’e hoşgeldiniz.” yazısı ile karşılaşıyorsunuz. Akşemseddin, Göynük için çok önemli.

Asıl adı Mehmed Şemseddin Bin Hamza olan Akşemseddin, Şam doğumludur (Doğumu 1389). Soyunun ikinci halife Hz. Ebubekir’e kadar uzandığı söylenir. Giysilerinin renginden, ak sakalı ve saçından dolayı kendisine Ak Şemseddin lakabı verilmiştir. Çocukluğunda ailesiyle birlikte Anadolu’ya gelir. Babasından ve başka din bilginlerinden ders alır, Osmancık’a müderris, bir zaman sonra Ankara’ya giderek Hacı bayram Veli’nin müridi olur.

Bir rivayete göre Sultan İkinci Murad bir gün Hacı Bayram Veli’yi ziyarete gelir. Yanında henüz dört yaşındaki oğlu şehzade Mehmed vardır. Veli’nin elini öperler. Sohbet sırasında Sultan Murad, “İstanbul’u almak nasip olur mu?” diye sorar. Hacı Bayram Veli, “Allah ömrünüzü ve devletinizi uzun etsin. Ama İstanbul’un alındığını ne sen göreceksin, ne de ben,”der. Daha sonra kenarda oynayan küçük Mehmed’i ve Akşemseddin’i göstererek, “Bu çocuk ve cu adam görürler,”der.

Akşemseddin, Fatih Sultan Mehmed’in babası Sultan İkinci Murad’ın emir ve isteği üzerine Hacı Bayram Veli tarafından Şehzade Mehmed (Fatih)’in eğitimi için görevlendirilir.Fatih Sultan Mehmed’i hocası olarak İstanbul’un fethine hazırlar. Hacı Bayram Veli ölünce onun yerine geçer. Göynük’e yerleşir ve Bayramilik tarikatının Melamilik kolunu oradan yönetir.Tıp alanında yaptığı buluşlarla da ün yapan Akşemseddin, hastalıklara neden olan mikropları ilk kez tespit edip, açıklayan kişi olarak bilinir.

Fatih Sultan Mehmed’in daveti üzerine Akşemseddin İstanbul kuşatmasına katılır. İstanbul’un alınmasının bir peygamber dileği olduğunu askerlere telkin ederek onları yüreklendirir.

İstanbul’un fethinden sonra yeniden Göynük’e döner. Yaşamının geri kalan kısmını orada geçirir. Göynük’e gidip görenler ulema sınıfından olan Akşemseddin’in İstanbul’un ilerideki hal-i perişanını daha o zamandan farkedip kaçtığını, o doğa harikasına sığındığını görüp takdir edeceklerdir.1459’da ölümünden sonra Akşemseddin’in türbesi Fatih Sultan Mehmed tarafından yaptırılmıştır.


Tarihte Göynük

Güzellik başa bela... Tarih boyunca Göynük’ün ziyaretçisi hiç eksik olmamış. Bu kadar güzel bir doğaya sahip olunca beldenin de geleni geçeni, yerleşeni çok oluyor, haliyle. Tarih boyunca Frigler, Lidyalılar, Romalılar Bizanslılar, Selçuklular ve en sonunda da Osmanlıların yerleşkesi oluyor. Bunlar bilebildiklerimiz.

Bizden önce Göynük’ü gezenlerden ünlü Arap gezgini İbn Battuta, 1290’larda ziyaret ettiği burayı tamamen Ortodoksların yaşadığı bir yerleşke olarak anlatmıştır. Selçuklu araştırmalarının en önemli isimlerinden biri olan Prof. Osman Turan’ın aktardıklarına göre; 1071 Malazgirt Savaşı’ndan sonra Türkler büyük kitleler halinde Anadolu’ya gelmeye başlamışlar, takip eden yüz yıl içinde o dönemde Anadolu’da yerleşik yerli ahalinin yaklaşık yüzde otuzbeşi müslümanlaşarak Türkleşmiştir. Göynük bu bakımdan önemli bir örnek oluşturmaktadır. Halkının 1350’li yıllarda tümüyle müslümanlaştığı, Bizans ile yapılan bir antlaşma gereği İstanbul’da oluşturulacak Osmanlı-Müslüman kolonisine iyi Rumca bildikleri için bu insanların yerleştirildikleri bilinmektedir.

Daha sonraları 1600’lü yıllarda yaşayan, rüyasında Peygamberi görüp, “Şefaat ya Resulallah” diyecek yerde şaşırıp “seyahat ya Resulallah” dediği için gezgin olduğunu söyleyen Evliya Çelebi, o zamanın Göynük’ünü, “8 mahallesi, 2000 kadar evi vardır, ahalisi tamamen Türktür. 20 Sıbyan mektebi varsa da medrese yoktur...Bolu Sancak Beyliği hakinde olup yüzelli akçelik kazadır. Kethuda yeri ve Kethuda Serdarı vardır....Ama kalesine Rum tarihlerinde ‘Aleksandros’ derler,” diye anlatıyor. Sanki Göynük o zamandan bu zamana hiç değişmeden gelmiş.


Önemli Tarihi Yapılar ve Göynük Evleri

Bir görüşte aşık olacağınız beldelerden Göynük. Sihirli dokusuyla geçmiş yüzyılların mirası... Akşemseddin’in Türbesi, Gazi Süleyman Paşa Camii ve Hamamı, Ömer Sekkin Türbesi, Zafer Kulesi ve tabiiki eski Göynük evleri görülmesi gerekli yerler.

Akşemseddin’in türbesi, Göynük’ün tam ortasında, derenin kenarında, Gazi Süleyman Paşa Camisi’nin avlusundadır. 1464 yılında Fatih Sultan Mehmed tarafından yaptırılmış, kefeki taşından altıgen planlı bir yapıdır.

Gazi Süleyman Paşa Camii, 1331-35 yılları arasında ahşap olarak Sultan Orhan’ın oğlu Gazi Süleyman Paşa tarafından yaptırılmıştır. Bu cami ilk Osmanlı eserlerindendir.

14. Yüzyıla ait Gazi Süleyman Paşa Hamamı Gazi Süleyman Paşa Camiinin batısındadır. Dış duvarları tamamen kesme taştan yapılmıştır. Bu hamam bünümüzde de halen hamam olarak kullanılmaktadır.

15. yüzyıl yapısı olan Akşemseddin’in arkadaşı ve Hacı Bayram Veli’nin müridi Ömer Sekkin’in türbesi de Göynük’ün diğer önemli tarihsel yapılarındandır.

Vadinin iki yanında, dere kenarından başlayarak tepelere kadar yüz-yüzelli yıllık eski evler sıralanıyor. Sırtları yamaca dayalı iki üç katlı evler, konaklar, ahşap dolgu sistemi ile yapılmış, Türk mimarisinin en güzel örneklerinden. Evler, 1967 yılından ODTÜ’nün desteği ile başlatılan çalışmalar sonunda 1983 yılında burası SİT alanı ilan edilerek korumaya alınmış. Bu evlerin en güzelleri, Hikmet Yerlikaya Evi, Müderrisoğlu Konağı, Pulcular Evi ve Yahya Evi.

Daracık, parke taşı döşeli sokaklardan yukarı doğru tırmandığınızda vadiyi ve Göynük evlerini yukarıdan gören Zafer Kulesi’nin olduğu tepeye ulaşıyorsunuz. Bu arada yolda raslaştığınız nur yüzlü kasaba insanlarının “merhaba”larından, “hoşgeldin”lerinden sepetinize bolca doldurun sonra mutlaka lazım olacaktır. Kasabanın simgelerinden olan Zafer Kulesi, 1922 yılında Sakarya Zaferi’nin anısına Kaymakam Hurşit Bey tarafından yaptırılmış. Bu kuleden Göynük’e ve vadiye tepeden, kuşbakışı baktığınızda büyülü panoramik görüntüyle şaşkına dönüyorsunuz. Ahşap saat kulesi 2001 yılında yanmış, yerine bir benzeri yapılmış. Ama asla kendisi değil. Saat kulesinde şimdilik saat yok. Adı da Zafer Kulesi. Hediyelik eşyaların üzerinde Akşemseddin’in Türbesiyle birlikte Zafer Kulesi’nin resimleri yer alıyor.

***

Vakti olanlar Göynük’ün çevresindeki göllere de gidebilirler. Sülüklü Göl, orman içindeki Sünnet Gölü, Çubuk Gölü birer doğa harikası.

Mişli mışlı anlatılara göre Fatih Sultan Mehmet, aslen Mengen’li bir paşasını saray mutfağından sorumlu bir göreve atamış. Mengenli paşa da mutfak işleri için kendi hemşehrilerini getirtmiş. Bulaşıkçılar dahil, ahçı yamakları, ahçılardan oluşan tüm saray mutfağı kadrosunu nerdeyse tamamı Mengenlilerden oluşmuş. Bu Mengen’li ahçıların tarihinin başlangıcı oluyor.Usta çırak ilişkisi ile ahçılığı öğrenen Mengen’liler, tüm yurda ve hatta yurtdışına yayılarak ünlerini yayıyorlar.

Biz, dönüşte de Mengen’e uğradık Müdür2 lokantasında kendimize güzel bir ziyafet çektik. Kuzu kavurma, ... ve kaymaklı ekmek kadayıfı harikaydı. Müdür2 lokantasının dediğine göre Mengen’li ahçıların hemen hemen tamamı gurbette imiş. Büyük otellerde, restoranlarda çalışıyorlarmış. Olsun biz gene de yediklerimizden çok memnun kaldık. Bir daha ki sefere de belki karşıdaki Konak Lokantası’nda yeriz.

Dergi, Haziran başında çıktığı için size erken bilgi veremedik, şansınızı kaybettiniz. Her sene Mayıs ayının son haftasının Pazar günü “Akşemseddin’i Anma ve Sempozyumu” yapılıyor. 10 Ekim’de de “Göynük Bayramı” var. Bu arada her yıl Ağustos ayının ilk hafta sonunda da “Mengen Aşçılık ve Turizm Festivali”nin olduğunu da unutmayın. Gelip geçerken uğramanızı salık veririz.

Herkese uzun ve nitelikli ömürler...


(*) Bu yazı ilk kez Baraka Dergisi'nde yayımlanmıştır.


20 June 2005

Elestiri-Yalnizligin Ortak Cografyasi- Hagar Luzero

elestiri...elestiri...elestiri...elestiri...

YALNIZLIĞIN ORTAK COĞRAFYASI

Hagar Luzero

1999 yılında genç yaşta yitirdiğimiz Gila Kohen'in anısını yaşatmak için gazeteci ve yayıncı arkadaşları tarafından düzenlenen öykü yarışmasının ikincisi bu yıl gerçekleştirildi ve dereceye giren öykülerle birlikte yayınlanmaya değer bulunan toplam 23 öykü Öyküler, Renkler adını taşıyan bir seçkide okurların karşısına çıktı.

‘’’’’’
Teşvik Ödülü alan Mehmet H. Yazıcı'nın "Fanus" adlı öyküsünde anlatıcının ayrı kentlerde yaşadıkları otuz yıllık eşi Esra'yla ilişkileri hızla çözülürken geçirdiği bir hastalık sonucunda yatağa bağımlı hale gelmesi ve bu olayın ardından yaşananlara bambaşka bir gözle, hiçbir ayrıntıyı atlamaksızın tanıklık etmesi ve ötekiler tarafından bir eşya gibi algılandığını ayrımsaması anlatılıyor. Yazıcı'nın kitapta yer alan ikinci öyküsü "Tiyatrocu" eşinden ayrılıp, işini de yitirdikten sonra palyaçoluk yapmaya başlayan bir aktörün yalnızlığını irdelerken, bir dönemin envanterini çıkarıyor

HAGAR LUZERO
23 Eylül 2002, Hurriyetim Agora

elestiri...elestiri...elestiri...elestiri...elestiri...elestiri...






...bence parlak bir kara mizah örnegini olusturan Mehmet H.Yazici'nin "Fanus"u hemen göze çarpiyor. Diger bir "özlem" öyküsü, gene Mehmet H. Yazici'dan "Tiyatrocu": Ayrilmis oldugu esine birakilan küçük oglu ile, üç-bes kurus karsiligi sokak palyaçolugu yapan babanin maskesinin, çocugu tarafindan çekilmesi karsisinda donakalmasi: "Anne bak. Yasasin! Palyaço benim babammis!" Bilemem; en çok begendigim, bu sürpriz son mu olmustu, yoksa baskisinin, benim yakindan tanidigim nice '68'li aydinlar arasindan birinin mi olmasi...

Robert Schild ( Şalom Gazetesi, 22 Haziran 2002 )

Lozan Mübadelesinin 80. Yilinda




Lozan Mübadelesinin 80. Yılında...
Çekilen Acılar Bir Daha Yaşanmasın


Bu yıl Lozan Anlaşması’yla yapılan Mübadele Sözleşme ve Protokolu’nun 80. Yılı… 80 Yıl…Dile kolay. Biz ailemizdeki en son Vodinalı’yı, halamı geçen sene bu aylarda kaybettik. Birinci kuşak Lozan Mubadillerinden çok azı kaldı hayatta. İkinci kuşak yaşlandı, üçüncü kuşak orta yaşa geldi. Ancak evlerde anlatılan memleket hikayeleri, acılar, hasretler hep belleklerde, yüreklerde...

Yaşar Kemal, bir söyleşisinde “Mübadele Sonucu Türkiye ve Yunanistan’dan yaklaşık iki milyon insan karşılıklı olarak doğup büyüdüğü yurtlarından ayrılıyor. Kolay iş değil.., İnsanın yurdundan ayrılması yüreğinin kopması gibi bir şey,”diyor.

30 Ocak 1923 tarihinde Lozan’da imzalanan “Yunan ve Türk Ahalinin Mübadelesine İlişkin Sözleşme ve Protokol”la her iki ülkeden yüzbinleri aşan insan doğduğu topraklardan koparıldı. İki vatan yorgunları, yıllarca “Bir kuş olsam da memleketime uçsam” umuduyla yüreklerinde özlem biriktirdiler; gurbet kuşlarına “Benden selam söyleyin Selanik’e, İzmir’e, Yanya’ya, Bursa’ya, Kılkış’a, Tokat’a, Drama’ya, Samsun’a, Kavala’ya, Yozgat’a, Grenebe’ye, Konya’ya, Serez’e, Ordu’ya, Girit’e, Sivas’a, Sakız’a, Midilliye...” diye seslendiler.( * )

Bütün göç hikayeleri hüzünlüdür. İnsan köklerinden, sevdiği topraklardan, komşularından kopmak istemez.

Bizim yerleştirildiğimiz Ege kasabalarında mübadillere göçmen, göçeden anlamında muhacir derler. Göçmen...Göç...Hicret...Daha da ötesi hicran.

Babaannem bize geldiğinde hep torunları ile birlikte yatmak isterdi. Bizi beraber yatmaya ikna etmek için de masallar, hikayeler anlatırdı, uyumadan önce. En güzel masalları, memleket hikayelerini onun koynunda dinledim. “Sana büyüyünce at alacağım,”derdi. Karacaova’yı, dedemlerin çiftliğini, atları anlatırdı. Gencecik bir delikanlı olan dedemin kendisi binmek için yetiştirdiği tayına binemeden bir geceyarısı gelen Yunan askerleri tarafından alınıp götürülmesini anlatırdı. Babaannem, dedem, doğup büyüdükleri, sevdalı oldukları toprakları bir daha hiç göremediler. Babam da benim gibi hikayeleri ile yetindi. Ben bu yaz gidip gezdiğim Vodina’da, Karacaova’da, Karaferye’de, Manastır’da, Florina’da, Makedonya’nın yollarında çok sayıda at gördüm. Gördüğüm atlardan biri dedemin özenerek yetiştirdiği tayın torunlarından biri olabilirdi. Bu bir şaka gibi gelse de böyle bir şey olabilirdi de… Ama o topraklarda bizden, bizim insanlarımızdan kimse kalmamıştı.

“- bin damla gözyaşı kalbime akıttığım-
Tarihin ağır bir kırılma noktası mübadele. Anadolu’dan oralara yerleşmiş insanlar ise yaklaşık 500 yıl, yok eğer oralarda yaşayan insanlar ise bin yıldan fazla bir zaman yaşanan topraklardan ansızın kopuşun hikayesi mübadele. “Umutların kırılması”, “düşlerin savrulması” , “varlığın yokluğa dönüşmesi”, “insan ziyanlığı”…. Ve daha ne akla gelirse söylense yeridir. Mübadele için ne kadar yazılsa az olur, ne söylense eksik kalır.
Ve mübadelede terk ettiğimiz topraklar… yani gözyaşımızın yağmur gibi üzerine düştüğü topraklar…Hatıraların, yaşanmışlıkların gümüş bir tülle ve ansızın örtüldüğü ve bir daha hiç açılmadığı topraklar… camilerin, çeşmelerin , mezarlıkların, evlerin kısacası hayata dair her şeyin ansızın varlık dairesinden yokluk dairesine geçtiği ve birden bire “yok” elbisesini giydiği topraklar,..” diyor Mübadil arkadaşımız Mustafa Hatipler.


Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkan Savaşları’ndan da önce başlayarak, belki yüz yıldan fazla zaman içinde yitirdiği topraklardan Müslümanların göçü süreci başladı. Balkan Savaşları sonunda da Osmanlı, Avrupa kıtasındaki topraklarının hemen hemen tamamına yakınını yitirdi. Çekildiği topraklarda yüzbinlerce Müslüman Türkü geride bırakmak zorunda kaldı. Bu insan kitlesi geçmişte Osmanlı uyruğundayken bu sürecin sonunda, bir anda başka bir devletin, Yunanistan’ın azınlık konumundaki vatandaşları oluvermişti. Homojen bir ulus devlet kurma yolunda ilerleyen Yunanistan ve Türkiye, bu sorunlu durumun çözümünü, kendi çıkarları doğrultusunda arayışların sonrasında, bir mübadele anlaşması yapmakta buldu. (**) Malla mal takas edilirmiş gibi insanla insan, halkla halk , dinle din mübadele edildi. Bu, tarihin, ulus devletler kurulması sürecinin kaçınılmaz bir uygulamasıydı. Ama sonuçları her iki halk için de acılarla dolu oldu. İsteğe bağlı değil, zorunlu bir göçtü bu. Kurtuluş Savaşından sonra, Türkiye ile Yunanistan arasında Lozan’da imzalanan Sözleşme ve Protokola uygun olarak, 1 Mayıs 1923 tarihinden başlayarak, Anadolu topraklarında yerleşmiş Rum-Ortodokslar ile Yunanistan topraklarında yerleşmiş Müslüman Türkler zorunlu göçe tabi tutuldular. Gidenler arasında dini ortodoks olan, ama tek kelime Rumca bilmeyen ve İncilleri dahi Türkçe olan insanlar vardı. Bunlar önemli iddialara göre Selçuklulardan önce Anadolu’ya gelip ortodoks olan Türk boylarından idiler. Şimdi onlar sadık birer Helen vatandaşı oldular. Ancak bu zamana kadar dışlandılar, “Türk tohumları”, “yoğurtla vaftiz edilmişler” diye aşağılandılar. Yalnız onlar değil, Anadolu’dan göçedenlerin hemen hemen tamamı “yeni” yaşamlarına uzun yıllar alışamadılar, kendilerini kendi vatanlarında hissetmediler. Göçtükleri bu yeni ülkede, Yunanistan’da kendilerini evlerinde hissetmek için bir arada yaşadılar. Yerleştiklere yerlere başlarına yeni (Nea) kelimesini ekleyerek geldikleri şehirlerin, kasabaların isimlerini koydular. İzmir’den gelenler “Nea Zmirni”, Kayseri’den gelenler “Nea Kesaryani”, Bergama’dan gelenler “Nea Pergamo” isimli yeni yerleşim yerleri kurdular. (***) Her iki tarafta da çok sıkıntılar yaşandı.

Mübadele kavramından genellikle 1922 ve sonrası anlaşılmaktadır. Buna göre yaklaşık 1.5 milyon Rum Ortodoksun Anadolu’dan Yunanistan’a, 500 bin Müslüman Türk’ün de Türkiye’ye göçettiği söylenmektedir. Ancak Mübadelenin öncesi ve sonrasıyla bu rakamların çok daha fazla olduğu da bilinmektedir. O tarihlerde Türkiye’nin nüfusunun on-onbir milyon, Yunanistan’ın nüfusunun da dört milyon olduğu düşünüldüğünde yaşanan olayın büyüklüğü daha da iyi anlaşılır.

Tarihin tekerleği bu iki halkın da üzerinden geçti. Tarihten, yüzlerce yıl bir arada yaşamış olmaktan, benzer kültürlerinden, ortak ezgilerinden, yemeklerinden, yaşam biçimlerinden kaynaklanan yakınlıkları vardı. Aslında aralarındaki fark, rakı ile uzo arasındaki fark kadar olan bu iki halk barışı ve kardeşliği istiyor. Aynı acıları bir daha ne kendilerinin, ne de başka halkların yaşamasını istemiyorlar.


(*) İskender Özsoy, İki Vatan Yorgunları, Bağlam Yayınları
(**) Mehmet Ali Gökaçtı, Nüfus Mübadelesi: Kayıp Bir Kuşağın Hikayesi, İletişim Yayınları
(***) Stelyo Berberakis, Lozan Anlaşması 80’inci Yılında, Sabah Gazetesi, 14 Eylül 2003.


(*) Bu yazi ilk kez Baraka Dergisi'nde yayimlandi.

Mahmutpasa Esnafi














MAHMUTPAŞA ESNAFI

Ciğerleri Marmara dolu
Bir Mahmutpaşa esnafı
Tam otuz yıl,
Şirket-i Hayriye vapurlarıyla
Binlerce kez geçti Boğazı.
En çok erguvan zamanını sevdi, İstanbul’un.

Tam otuz yıl,
Entarilik basma sattı İstanbul’un kadınlarına
Bu yüzden de
En çok bayram arifelerini sevdi, İstanbul’un.

Son dileği,
Boğaza nazır,
Erguvan ağaçları arasında
Bir mezarlığına defnedilmek oldu, İstanbul’un,
Ciğerleri Marmara dolu Mahmutpaşa esnafının.

Biz Ankara’lı İstanbullular


Gençliğimi düşleyince Ankara, kader bağlayınca İstanbul

Yukarıdaki sözleri Sosyoloji’den arkadaşımız şair-yazar Haydar Ergülen’in Radikal Gazetesi’ndeki yazılarından birinden ödünç aldım.

ODTÜ’lü olununca ister istemez bir Ankara ilişkisi ortaya çıkıyor. İnsanlar yaşamlarının en az dört yılını, hem de gençliklerinin en güzel yıllarını Ankara’da geçirmiş oluyorlar. Tabii Hazırlık okunur ve üstüne üstlük “prob”, “repeat” olunup okul uzatılırsa bu ilişki daha da uzar...

İstanbullular okulu bitirip dönünce veya benim gibi Ankara’lılar ve diğer illerden olanlar İstanbul’a göçünce iki duyguyu birden yaşıyorlar. Çok sevdikleri ODTÜ’yü Ankara’da bırakarak, İstanbul’da yeni bir hayat kuruyorlar.

Yaşamının en önemli kısmını Ankara’da geçiren benim gibilerin günün birinde arkalarına bakmadan İstanbul’a göçmelerinin sebebini hep düşünmüşümdür.

Doğduğumdan itibaren çocukluğumu, bütün öğrenim hayatımı, iş yaşamımın önemli bir kısmını Ankara’da yaşamış ve günün birinde- ilk fırsatta demek daha doğru olur -kapağı İstanbul’a atmıştım. Hem de hiç tereddüt etmeden, pişmanlık duymadan... Bu vefasızlık mıydı? Nasıl bir duyguydu? İhanet hiç kabul edemediğim bir davranışken neydi bu yaptığım?

Hele çocukluğumun ve gençliğimin anılarını geride, arkamda bırakarak!?..

Belki de ben Ankara’nın ihanetine uğramıştım.

İki sevgili arasında kalan aşıklar gibi hissediyordum kendimi. Ama işte İstanbul ağır basmıştı.

Aslında eşyalarımı bavulumda, anılarımı -özellikle güzel olanlarını belleğimde taşıyarak İstanbul’a gelmiştim.

Kolay değil...

“Bu duygusallık da ne?”diyerek sitem edenler olabilir. Ben de onlara sitem ediyor ve çıkışıyorum.:

Sizi hiç babanız Gençlik Parkı’nda minyatür trene bindirmedi mi?

Anneniz suni gölün kıyısındaki çay bahçelerinde bir semaverle gelen çay yanında evden getirdiği börekleri, poğaçaları ikram etmedi mi?

Söğütözü’ne, Çubuk Barajı’na ailecek gidip piknik yapıp, ip atlayıp, yakan top oynamadınız mı?

Hayvanat Bahçesi’nde Muhini’yi gördükten sonra Atatürk Orman Çiftliği’ne kadar faytonla gelip, meşhur dondurmasından yemediniz mi?

Okulu asıp, gittiğiniz Papazın Bağı’nda sevgilinizle elele dolaşmadınız mı?

Goralı’dan sandviç, Sergi Kitapevi’nden kitap alıp, Büyük Sinema’ya iki matinesine gitmediniz mi?

Sakarya Caddesi’ndeki birahanelerde patates tavaya ketçap, hardal döküp bira içmediniz mi?

Mezuniyetinizi kutlamak için gittiğiniz Tavukçu’da dozunu kaçırıp küfelik oluncaya kadar kafayı çekmediniz mi?

Kuğulu Park’ta kuğulara simit atmadınız mı?

Belki de yapmışsınızdır ve hatta 80 öncesinde okuyanlarınızın çoğu, arkadaşlarınızla birlikte her fırsatta Kızılay’da trafiği keserek korsan miting yapıp, “Bağımsız Türkiye” diye bağırmışsınızdır.

70’li yıllarda gençliğini Ankara’da yaşayanların duygularını 2001 yılındaki Mezunlar Gününden sonra Ayşegül (Devecioğlu)’ün yazdığı yazıda alıntıladığı Erkin (Koray) ağabeyimizin aşağıdaki şarkı sözleri ne güzel anlatıyor. Dediği gibi ; “Nedense onca şarkı ve şiir içinde, bizim o günkü hallerimizi bu kadar esaslı bir şekilde tasvir edeni yoktur.”

“Bu bir Ankara usulüdür. Ankara’dan çıkar. Yeni olsa ne, eski olsa ne çıkar! Delikanlılar, ben, biz, onlar. Haa bak daha ne var! En hızlı zamanında Ankara’nın, sevdik birbirimizi. Sen ve ben. Belki çok erken. Ama çok yakın olduk birbirimize. Bir kız ve bir erkek. Çığ gibi yağdık Ankara’nın üstüne. Sabaha karşı fırından ekmek alıp yediğimizi, içtiğimizi, sevdiğimizi. Aslında bir hikayemizi anlatmaya kalksak, zamanın beyni durur, denizler kurur.”

Doğrusunu isterseniz bütün göç hikayelerinde olduğu gibi Ankara’lıların göçünde de hüzün vardır.

Ankara özellikle 80’lerde İstanbul’a önemli bir göç verdi.

Bu ülkenin en iyi üniversitelerinde yetişen en seçkin evlatlarına devlet kapısını kapatmıştı. Özel sektörde ise kapitalizmin doğası gereği hemşehrilik, parti yandaşlığı değil verimlilik geçerliydi. İyi ve paralı işler ise İstanbul’daydı.

Böylece bazılarımız sevdiği için, bazılarımız da zorunlu ekonomik nedenlerle İstanbul’a göçtük.

Sadece insanlar mı? Kurumlar, şirketler ve bankaların da önemli kısmı Ankara’dan İstanbul’a göçtü. Arkadaşlarımız Ersin Özince’nin T.İş Bankası, Faruk Malhan’ın Kolleksiyon Mobilyası, Haldun Dostoğlu’nun Galeri Nev’i, Ayten’in Eylül Bar’ı aklıma gelen ilk örnekler...

Benim için pek çok neden geçerliydi.Laf aramızda İstanbul çocukluğumdan beri beni hep çekmişti. Onun kozmopolitizmi, dinamizmi, sanat, kültür, ticaret ve finans merkezi olması ve tabii ki en başta Boğaz olmak üzere doğal güzelliği, tarihi beni büyüleyen nedenlerdi.

Şair Yahya Kemal'in 'Ankara'nın en çok nesini seversin?' sorusuna 'İstanbul'a dönüşünü' yanıtını verdiği çok bilinen bir şeydir.

Ankara’da yaşayanlarsa İstanbul’da yaşayanlara hayretle, biraz da acıyarak –bazılarına göreyse hayranlıkla ve gıpta ederek bakarlar. O keşmekeşe, uzun mesafelere, trafik sıkışıklığına, Köprü eziyetine ve manyak iş temposuna nasıl tahammül ettiklerini bir türlü anlayamazlar. “Gülü seven dikenine katlanır.” Deseniz de makul bir cevap vermiş olmazsınız.

Aslında benim çocukluğumun, gençliğimin Ankara’sında da vazgeçilmez güzellikte şeyler vardı. Kültür ve sanat olayları...Arkadaşlıklar...AST (Ankara Sanat Tiyatrosu)’nun sahnelediği belleğimden çıkmayan oyunlar, Sinematek, Çağdaş Sahne...

Peki ya arkadaşlar da göç dalgasına kapılıp İstanbul’a göçünce, tiyatrolar kapanınca?!..

İnsanlar eski sevgililerine benzeyen yeni sevgililerine aşık olurlarmış, annelerine babalarına benzeyen eşler bulur evlenirlermiş ya, belki bu nedendendir, genel tespit; göçenlerin Ankara’nın planlı yerleşimine, trafik düzenine nispeten daha çok benzediği için genellikle Kadıköy yakasına yerleştikleri ve yine göçen diğer Ankaralılarla ahbaplık ettikleridir.

Murathan Mungan bir keresinde “Ankara’da oturma odası ahlakı vardır.” Demiş.

Ankara’ya “azla yetinen şehir” diyorlar. “Denizsiz şehir kanaatkardır. Deniz tuhaf şeydir. Yüzünüzü denize verdiğinizde arkanızı dönersiniz, insanlara. Bu yüzden ancak deniz şehirlerinde yalnız kalabilir insan. Deniz kalır, kendine..
Ankara mı? Bakacak tek şey insan yüzleridir. Bu yüzden insan kırıp dökmeye cesaret edemez birbirini, kolay kolay. Oysa İstanbul’da bıçaklar ortadadır. Denizin şımartmasıyla belki de herkes bıçaklarıyla birbirinin peşindedir...Ankara’da ise her şey oturma odasında olur. Bakılacak bir deniz olmadığı için, insanlar sık sık ve uzun uzun birbirlerinin yüzüne bakar. Yüzlerde işaretler varsa hakikaten, bunu en iyi Ankara’da yaşayanlar biliyor olmalıdır. Bıçaksız oturma odalarında insanlar birbirleriyle yetinir...Belki de her yokuşun sonunda deniz çıkacakmış gibi olan bu şehirde kurulan deniz düşleri, denizin kendisinden daha mavidir. Kesin olan bir şey var yine de. Ankaralıların denizi İstanbullununkinden daha temizdir!”diyorlar.

Peki ya yüzüne bakılacak dostlar İstanbul’a göçmüşse?!.. Ve bu “kocaman manyak metropol”de, hengamede, iş güç koşuşturmacasının içinde bırakın dostların yüzünü aylarca denizi bile göremiyorsanız?!..

Öfff....Çok karışık konular...Duygular... Yoruldum. Cevap veremiyorum.

Asık yüzlü bir şehir olmuştu Ankara

Daha sonraları iş gereği veya aile ziyareti için Ankara’ya gittiğimde bir şey farkettim. Ankara artık benim çocukluğumdaki, gençliğimdeki Ankara değildi.

Bir ihtimal yanılıyordum, ama öyle düşünüyordum. Belki okulumuz bile aynı okul değildi. Eylül Fırtınası, YÖK falan derken herşey değişmişti. Ağaçlar büyümüştü ama, hocalarımızın çoğu yoktu. Eğitim kalitesi, gelenek,.. herşey hikaye olmuştu.

Sokaklara gri, kahverengi renkler hakimdi. “Devletin yıkılmaz kalesi” başkentteki koca soğuk binalardaki devlet dairelerine statükocu partilerin hortumlamaya yatkın soluk yüzlü, asık suratlı, eğitimsiz, kapasitesiz kadroları doluşturulmuştu. Ben de bir memur ailesinin çocuğu idim, ama bu adamların benim babam, dayım, karşı komşumuz Şadan Amca gibi eski idealist, yurtsever devlet memurlarıyla ilgisi yoktu.

Asık suratlı bir şehir olmuştu Ankara.

Bu Ankara benim Ankara’m mıydı? Yoksa “kasvetin başkenti” miydi?

Şimdi gidin, Ankara’da yaşayan gençlere sorun Büyük Sinema’nın, Ankara Sineması’nın, Ulus’un, Renkli Sinema’nın, Arı Sineması’nın, Çankaya Sineması’nın yerini bilirler mi? Son olarak Akün Sineması’nın törenle kapandığını duydum içim kıyıldı. Körfez Lokantası’nın kapandığını öğrenince iyice perişan oldum.

(*) Bu yazı ilk kez Baraka Dergisi’nde yayımlanmıştır.